Ana Sayfa Kritik Veba’dan Corona’ya kıstırılmışlık duygusu

Veba’dan Corona’ya kıstırılmışlık duygusu

Veba’dan Corona’ya kıstırılmışlık duygusu

Kıstırılmış, kuşatılmış, karantinaya alınmış bir dünyadayız. İzole, atomize, yalnız insanların yalıtılmışlığını çoğaltan bir salgının ortasında. Çoğu insan için korkulan, endişe edilen, “kapanma”ya yol açan bir “hastalık” iken, kimileri için “coşku”yla karşılanan, yalnızlıkları ya da umutsuzlukları için bir “çare” arayışına denk düşen salgının ortasında.

Garip ama gerçek. İnsan dediğiniz farklı uçlarda savrulmakta.

Zira birbirinden çok farklı halleri var insanın. Camus’nün Veba romanında yürüttüğü “insan araştırmaları”na göre, insanın Rieux, Tarrou, Grand, Rambert ve Cottard halleri ön plana çıkıyor mesela. İnsanın farklı hallerinin, okuyup bittikten sonra da insanın içinde büyümeye/ gelişmeye devam ettiği romanlardan Veba.

Corona’lı zamanlarda, bireysel “kapanma”ların toplumsal sorgulamaları daha çok tetiklediği günlerde, özellikle dikkat çekiyor, okuru kendine çekiyor Veba da.

Varoluşçu perspektiften genel olarak bakıldığında, sürgün, mahpusluk, kıstırılmışlık, yalıtılmışlık, belirsizlik, (geleceğe) güvensizlik, çaresizlik, (sevdiklerinden ve hatta hayattan) uzaklık… ve tabii ki boşluk, durmaksızın büyüyen boşluk… hepsi karantina, hepsi veba.

Özel olarak bakıldığında ise bir felaket ya da kuşatma karşısında verdikleri farklı tepkilerle belirginleşiyor insanın ve insanlığın farkı halleri. Fedakâr, sağaltıcı, dayanışmacı, çalışkan… diğerkâmlığıyla ya da sadece vazife gereği, oradan oraya koşturan doktor misali… insanın Rieux hali.

Bencil, maceracı, meraklı, yardımcı ve hep gözlemci… doktorun yanına çekilen beklenmedik bir insan misali… insanın Tarrou hali.

Şaşkın, (geçmişte ıskaladıkları yüzünden) pişman, (şimdi yaşadıkları yüzünden) kaygılı, (her daim) acılı ve kederli, (uzaktakilere ve hayalindekilere) özlem ve hasret dolu, kuruntulu, hayalci… biraz Grand, biraz Rambert hali insanın.

Boş vermiş, kendi halinde, kayıtsız derken… giderek heyecanlı, coşkulu ve de mutlu… işte Cottard geldi sonunda.

En ilginci de bu hali, Cottard hali insanın galiba. Felaket ortamından “beslenip” güç alarak çare bulmak yalnızlığına. Bu yüzden belki de insanın en yalnız hali, yalnızlığın en yalın hali.

Kendini, kişiliğini karantinada, yaygınlaşan ölüm gerçeği ve korkusunda bulan biri o. Başka bir ifadeyle, günlük hayatın akışını bozan gelişmelerde kendini bulan insanlardan. Onu en uca taşıyanlardan. Apokaliptik çöküş için yaratılmış âdeta!

Salgın ya da felaket dediğiniz, bir süreliğine olağandışı bir durum ve hareketlilik yaratıp yalnızlığını giderdiği için; bütün insanlar aynı kaderi, kederi, endişeyi, yalıtılmışlığı ve kıstırılmışlığı paylaştığı için; içindeki hiçlik ve boşluk tüm topluma yayıldığı için mutlu bir bakıma. Neredeyse sevinçle yaşayıp karşılıyor kentteki telaşı, vebayı. Asıl sorunu salgın geçince yaşıyor, saldırganlaşıp kırıp dökecek, sağa sola ateş edecek düzeyde hem de.

Olağanüstü günlerin “güzelliği” ile güçlenen bir insan hali var gerçekten de. Olağan/sıradan yaşam bu insanı öylesine büyük bir boşluğa, umutsuzluğa ve ötesinde intihara sürüklüyor ki, Veba ya da Corana bile kurtarıcı olabiliyor, rahatlatabiliyor.

Evet, bir kurtarıcı/sağaltıcı olarak hastalık sendromu da hastalığa dahil! Sıradan, gündelik hayat dediğiniz ise –varoluşçu pencereden bakılan mücadelesiz bir dünyada– Veba’yı tercih edebilecek kadar, işte o kadar fena… Evet, sıradan hayatın içindeki yalıtılmışlık, salgınla gelen kıstırılmışlıktan daha büyük olabiliyor, hayata tümüyle o dünyadan/pencereden bakar hale geldiğinizde!

Bir nevi “ben zaten çekiyordum, sıra şimdi hepimize geldi” hali bu. Bir’deki, birey’deki, biricik olan’daki boşluğun, çok’ta, birçok’ta, çokluk’ta büyüyüp gelişmesi. Tıpkı salgın gibi.

Fakat “ruhsal kriz”le, psikopatlıkla, katillikle arası çok da açık değil bu insanın sanki. Ruh hali felaketten coşku çıkarmaya meyilli bir insanın “sapkınlık”la mesafesi başka nasıl olabilir ki zaten? Belki de insanın “felaket sevgisi”ni nasıl kontrol edebildiği, “verili durum”a, “şimdi”ye yahut “var olan düzen”e karşı nefretini bireysellikten toplumsallığa nasıl aktarabildiği, dönüştürüp dönüştüremediği asıl önemlisi.

Varoluşa, bir’e, birey’e bu kadar yüklenirken, tüm topluma yayılan bir salgında, toplumsallığa dair söylenebilecek neler var peki?

Her şeyden önce Veba’nın kendisinin bir (toplumsal) alegori olması var tabii. Faşizmle, işgalle, savaşla, kuşatmayla paralelliklerle örülmüş bir dünya bu. Roman baştan sona İkinci Dünya Savaşı’na ve faşist işgale bir anıştırma. Moby Dick’ten Veba’ya… alegoriyle, en büyük edebi anlatım olanaklarından biriyle anlatmanın gücü aşkına, Camus’nün edebi zekâsı parıldıyor tam da bu noktada.

Ancak Camus’nün milyonlarca insanı kırıp geçiren Ortaçağ vebasını (biraz da onun karanlığı ve cehaletini) anakronik bir eğretilemeyle 1940’ların Cezayir’ine ve Oran’a taşıyan bu romanı, her yeri kuşatan salgın bir hastalığın insanları nasıl da “eşitlediği”ne, vebanın bir anlamda “adil” olduğuna, herkesi “eşit bir biçimde” öldürdüğüne, hapishanede müdür ya da mahkûm diye ayırt etmediğine, varlıklı ve kudretli yargıcın oğlunu da “haksız” bir şekilde öldürdüğüne, çocuk ölümlerinin Tanrıya inancı nasıl da zayıflattığına vb. vb. hayli vurgu yapan bir yapıt aynı zamanda. Yazıldığı dönemin toplumsal ve tıbbi koşullarının da bu vurguda payı olmakla birlikte, “aynı gemide oluvermek” bu kadar kolay olmasa gerek.

Günümüzde, Corona zamanlarında, üstelik bir de neoliberalizmin kriz aşamasında, eşitsizliklerin, adaletsizliklerin tavan yaptığı bir dönemde, muktedirlerin, varlıklıların, ünlülerin, ezenlerin sahip oldukları olanaklarla ezilenlerin, yoksulların, garibanlarınkini kıyasladığımızda uçurumla karşılaşıyoruz dört bir yanda. Aynı gezegende, bambaşka gemilerdeyiz aslında.

Hastalığın geniş kesimlere ulaşsa, ünlü kişilere “değse” bile asıl yoksul kesimleri “vurduğu” günleri yaşıyoruz. İlk türden “değme”ler fazlasıyla vitrine çıkartıldığı için, ikincileri gündemde her zamanki gibi az görüyor, hissediyoruz ya da sadece bir “rakam”, bir “istatistik” olarak görüyoruz. Halbuki vitrinin ve görünenlerin gerisinde çok şey var. Sağlık hizmetlerinden yararlanmanın ayrıcalık haline getirildiği “paran kadar sağlık” gerçeğinin ortasında, cıscıplak başka “toplumsal felaket”ler var karşımızda. Yetersiz hastaneler, acil sağlık ünitelerinin yetip yetmeyeceğine dair sorular, temel ihtiyaçlarımıza ve bu döneme özel ihtiyaçlara erişim olanakları, bu dönemde ne kadar zaruri oldukları iyice belirginleşen kamusal (olması gereken) hizmet ve kaynaklara ulaşım vb. vb.

Vitrinde “test yaptırma” olanağı olduğu için durumu ortaya çıkan birkaç ünlü, gerçekte her tür olanaktan yoksun, “ücretsiz izin” baskısıyla karşı karşıya ya da doğrudan işler kesat diye kapı önünde bırakılan insanlar, güvencesiz milyonlar.

Felaket, aynı zamanda toplumsal bir felaket özetle. Mevcut sistemin sunabildiği çözümler ise zenginleri kayıracak şekilde hep bireysel. Şimdiki belirsizlik ve güven(ce)sizlik, kapitalizmin neoliberalizm evresinin bir bakıma “doğal hali”. Tüm sosyal güvenceleri sıfırlamış, yakın geçmişteki kısmi kazanımların üstünü çizmiş tümüyle kâr odaklı bir sistemin kuşatılmış, sarılmış, karantinaya alınmış bireyleriyiz. Elimizde mevcut olan ise şimdilik sadece dayanışma.

Dayanışma sürecinde görünenin arkasındaki gerçeklere işaret etmek; “toplumsal felaket”in sistemin kendisi olduğunu, hastalıkla birlikte kapitalizmin de öldürdüğünü göstermek; işsizlik tehdidine karşı emeğin taleplerini dillendirmek; sağlık hizmeti, sağlık malzemeleri, sağlıkla yakın ilişkisi olan kamusal (olması gereken) hizmetler (su, elektrik, barınma, ulaşım) vb. konusunda sürekli acil ve somut talepler geliştirmek; tüm bunların hayata geçirilmesi için mücadele etmek…

Kısaca, toplumsal ve toplumcu mücadeleyle, (yeniden) kazanımlar elde ede ede, bu sistemi devirmekten başka hiçbir gerçek çare yok önümüzde. Veba eğretilemesinin çok şey anlattığı İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde de öyleydi, Corona gerçeğinin çok şey anlattığı neoliberal kriz döneminde daha çok öyle…

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl