Ana Sayfa Kritik Yalnızlık Öldürür

Yalnızlık Öldürür

Yalnızlık Öldürür

Feodal toplumlar, konumları ve rolleri önceden sabitlenmiş insanların biraradalığından oluşan, daha çok “bütüncül” toplumlardı. “Bireyler toplumu” giderek geleneksel tip toplulukların yerini aldı. Modern karmaşık toplumlarımızı organize eden ve giderek artan karşılıklı bağımlılığa rağmen, “özerk bireyin” bu toplumsal kodlanmaya karşı bir itirazı elbette olacaktı.

Toplumsal hayatımızın tüm yönlerini yapılandıran ve bireysel iradelerimizi aşan geleneksel otorite, aidiyet, kolektif norm biçimleri, yerini, bireylerin “merkezi değer” durumu işgal ettiği ve tüm yolların bu merkeze çıkacağı bir labirenti andıran “bağsız” ve atomize olan bir topluma bıraktı. Böylesi modern toplumlarda birey, kendisini, tüm bağlılıklardan koparıp içinde yaşadığı toplumu görmezden gelmek isteyen “özerk” bir varlık olarak deneyimledi. Bu, modern demokrasilerin hem avantajı hem de dezavantajı olan yeni bir sosyallik anlamına geliyordu.

Arendt, bireyselliği inkâr eden, bireyi toplumsallık potası içinde eritmeye çalışan ve “pre-totaliter” karakteristikler barındıran bir yalnızlık türüne dikkat çekiyor. Ülkemizde toplum, paylaşılan farklılıkların birliği olarak değil de aynılığın ve yanyanalığın birliği olarak algılandı.

Çoğunluğun dayatmalarına uymamak ve başkalarının anlaması zor, ayrıksı bir yol seçme durumu olarak öne çıkan yalnızlığı, ben, “militan yalnızlık” olarak adlandırıyorum.

Ancak, giderek kronik ve patolojik bir şey haline gelen yalnızlık, ters tepip verimli olmayan bir şeye dönüşürken, modern insan, depresyon, intihar düşünceleri, enerjisizlik ve Sartrecı varoluşsal baş dönmesi gibi ağır bir bedel ödemeye başlıyor.

Başkası bazen cehennem olabiliyorsa (Sartre), bazen, bir insan varlığının neredeyse hayvani sıcaklığı bile ezici bir gereksinim haline gelebiliyor.

Heideggerci tasavvura göre, insan evrene fırlatıldığında kendisini kalabalığın içinde yapayalnız buldu. Camuscü olanı, insan varoluşunun anlamını sorgulaya dursun, sosyal, doğal ve varoluşsal felaketler karşısında Tanrı’nın sessizliği yüzünden Absürt düşüncesine tosladı (bkz. Sisifos miti).

Chateaubriandcı yalnız, doğanın uçsuz bucaksızlığı yanında bir hiç olan sonlu varlıklardan kaçınan romantik münzevinin yaşam şeklini benimseyen mizantrop bir kişiydi.

Toplum kutuplaştırma ile, bizi ayıran şeylerin zenginlik olduğu berrak farkındalığının tamamen yokluğu anlamına gelen, mutlak bir yalnızlığa maruz bırakıldı. Toplumun maruz bırakıldığı bu mutlak yalnızlık, burada ontolojik anlamıyla anlaşılan belirli bir yalnızlık bilinci olarak değil, yalnızlık duygusundan geçen öznel bir deneyim hiç değildi. Bu daha çok kolektif bir kötülük olarak ön plana çıktı.

İnsanın hayat serüveni, “İnsan yalnız doğar, yalnız yaşar ve yalnız ölür” şeklinde formüle edilen, Budacı savı destekleyen bir karakteristiğe sahiptir.

Hayat serüveninin değişik uğraklarında yalnızlığın farklı çehreleriyle karşılaşıyoruz.

Bu minvalde, seçilen ile maruz kalınan yalnızlık arasında bir ayrım yapmak önemli hâle geldi. Maruz kalınan yalnızlıkta cebri bir “yalnızlaştırılma”dan söz etmek daha doğru olacaktır.

Aidiyetin tanınması ve farklılığın tanınması (değerinin anlașılması) şeklinde, kanımca iki tür tanınma ihtiyacı bulunuyor. İlki, doğası ne olursa olsun bir gruba ait olma duygusunu temsil ediyor. Bu durumda yalnızlık, bir bağlılık ya da bağlantısızlık düzeninde seyrediyor. İkincisi, insanın tüm tekilliği içinde eşit birey olmasının tanınması anlamına geliyor. Buradaki yalnızlık, terk edilmiş olma, reddedilme, diskalifiye edilme, yok sayılma duygusu olarak hissediliyor. Bu yalnızlık biçiminin, bireyin başkalarının ve devletin gözünde işgal ettiği yer sorusuna ve dolayısıyla yalnızlık hissinin toplumsal doğasına işaret ettiğini not edebiliriz.

Türkiye siyasal İslam’ın iktidarı fethetme koşusu boyunca ve ona bir itiraz olarak, samimi dindarın, içsel bir yaşama ve tefekküre kapı açan, gönüllü yalnızlığıyla da tanıştı.

Maruz kalınan yalnızlık, deprem konjonktüründe hacimli boyutlar kazanadursun, felaket, rahatsız edici ve ölümcül boyutuyla bambaşka bir yalnızlık duygusunu da ortaya çıkardı. Bu trajedi, öteye ve başkasına doğru uzanan elin kırıldığı bir yalnızlık durumunu daha görünür kılarken, bazı insanımızın toplumda, sadece bir tesadüf, bir zar atışı ve “kaza” kadar yer kapladığı gerçeğini gözler önüne serdi.

Depremden etkilenen insanların büyük bir kısmı, yeri doldurulamaz eksiklikle ve kayıpla ilişkili bir yalnızlık yaşadılar. Buradaki yalnızlık, terk edilmişlik, izolasyon, hak ve özgürlük kaybı, unutulma, mülksüzleștirme ve dışlanma duygularıyla eş anlamlı hâle gelen, tecrit ve ıssızlık arasında salınan bir insanlık durumuna karşılık geliyor.

Kısacası, deprem ülkemizdeki beşerî ahval-ü şeraitin, düpedüz bir “mahvolma” durumu olduğunu gösterdi.

Nietzsche’nin anladığı anlamda “Tanrı’nın ölümü”, bu unutulma, ihmal ve terk edilmişlik duygusunu tüm derinlikleriyle yansıtıyordu. Ateist insan, benliğini ve içselliğini oluştururken, Tanrıdan bu ayrılık ile zaten barışıktı. Deprem, bu bağlamda, insanın aşkınlık çağrısı olasılığı ortaya çıkmadan önceki durumuna, yani Tanrı tarafından bile unutulmuş olma yalnızlığına işaret eden bir gerçekliği de açığa çıkardı.

İnsanın kendini “evinde hissetmesi”, deprem felaketi süresince hem doğa hem iktidar tarafından yerle bir edilen bir duyguya dönüştü. Kutuplaştırma, zaten toplumumuzda, her zaman “ötekinin” öteki olarak olumsuzlanması anlamına geldi. Ev, orada, en ufak bir rüzgâr esintisinde uçup gidebilecek bir tiyatro setini andırıyor.

Deprem, hiyerarşik ve ayrımcı boyutları da dahil olmak üzere geleneksel sosyal bağın ve mekanik dayanışmanın (“mekanik dayanışma” kavramı ilk defa Max Weber tarafından kullanıldı.) iflasını ortaya çıkardı. Tıpkı bir kasırgaya yakalanan bir kuru saman yığınının dört bir yana savrulması gibi, erkin sözde birlik ruhu da molozların arasına savrulup paramparça oldu. Enkazın altında bekleyenler, bu kasvetli realite içinde bir yaşamdan feragatname imzalamak zorunda kaldılar.

Gönüllüler ve hümanist ütopistler tarafından hayata geçirilen dayanışma, adeta terk edilmiş gemi kalbi taşıyan depremzedelere umut aşıladı. O dayanışma, yardıma muhtaç insanın küçük karınca yuvasına sığandı.

Ülkemizde sağcı hükümetler eliyle topluma empoze edilen vahşi kapitalizm, bireyciliğin en aşırı biçimleriyle yakından bağlantılı olarak, toplumcu dayanışmayı ve ortaklık mefhumunu yok edip, fırsatçılığı, kâr anlayışını, açgözlülüğü ve tamahı yeniden ve yeniden üretti. Kimsesiz, kırılgan insan, böylesi bir ahval içinde bir hayatta kalma uzmanı gibi görünüyor. Oysa hepimiz sözde aynı örgünün saçıydık.

Deprem, toplumumuzun yalnız ekonomik olarak değil, sosyalliklerinin de meta yasalarına göre işleyen bir piyasa toplumu olduğunu gösterdi. Böylesi bir toplumsal düzen, sözde hem eşit hem değil, hem meta hem değer, hem sahici hem maskeli, hem çıkar içinde hem çıkarsız, birlikte nasıl yaşanamayacağının kanıtlarını sundu. Kalabalıklar böylesi bir toplumda, bir çekmecenin dibindeki uyumsuz çoraplar gibi yaşıyorlar.

Tüketim toplumunda, “Oluș için sahip olmak olarak nesneleştirme” yalnızlığın bir türevi olarak ön plana çıktı. Yalnızlık yüzyılın kötülüğü olarak mühürlenirken, tüketim paradigmasının bu gizli ajandasına dikkat çekmek gerekiyor.

Diğer taraftan, doğal ve anlaşılır pozitif bencillik mutlaka ahlaki eleştirinin nesnesi olmak zorunda değildir.

Ancak, kendisi aracılığıyla sadece kendisi için değerli olmak isteyen birey, sadece kendi ihtiyaçlarını karşılamak için dünyayla ve onun parçası olan diğerleriyle bir zevk ve haz ilişkisi içine girdiği zaman orada ahlaki bir sıkıntı oluşuyor.

O halde, birey kendisi olmanın yorgunluğuyla boğuşurken, sahici bir birlikte yaşamayı güçlendirmek için gelecekte hangi yeni sosyal bağ biçimleri inşa etmek gerekiyor?

Depremde kendini daha çok belli eden, birey ve kollektif arasındaki kopukluk olarak tanımladığım şey tam da budur. Bu nedenle deprem felaketi boyunca kişi, kendisini, ilişkileri, yerleri ve rolleri kodlayan ve sosyal bağlantının bileşenlerinin ördüğü bir topluluk dokusuna sonradan “eklenmiş ya da yerleştirilmiş” olarak deneyimledi.

Modern insan çekirdek yalnızlığına eşsiz alibiler sunan birçok “meşgale” keşfetti. Mesela arkadaşlık ve aşk herkesin gözü önünde yaşanan sıradan sosyal süreçler haline geldiler. Bu bakımdan sosyal medya, “mahremiyeti” yok eden bir platform olarak ön plana çıktı.

Yalnızlığa bir alibi olarak aşk arayışı, her zaman hayal kırıklığına uğrattı. Zeus’un ikiye böldüğü döngüsel varlıklar gibi, Aristophanes’teki Androgynes söylencesi de çaresizce eski yarılarını arayan, sürekli hayal kırıklığına uğramış bir birlik ve bütünlük arayışını temsil ediyordu.

Her zaman hüsrana uğrayan füzyona yönelik bu acıklı arayış için Maupassant, birleşmeye yönelik bu ezici ihtiyacın insana eziyet edip içini kemirdiğini ve birlik ve bütünlüğe yönelik tüm çabaların boșunalıkla malul olduğunun altını çizdi.

Terk edilmelerimiz, sonuçsuz güvenlerimiz, çaresiz kucaklaşmalarımız, beyhude okşamalarımız hep boşuna ve hep sonuçsuz kalıyor. Birbirine akmak ve karışmak isteğinin arka planında, dürtülerin, gereksinimlerin ve çıkarların birbiriyle çatıştığı bir cephe gerisi bulunuyor.

Ancak, aşk, dostluk vb. ilişkiler, birbirlerine özen ve saygı göstermelerine izin verirlerse, yalnızlıkları bir araya getirerek, bugün insanlığın en önemli kötülüklerinden biri gibi görünen tanınmama ve fark edilmeme ıstırabının en iyi ilaçları olabiliyorlar.

Rilke aşkı, “Birbirini koruyan, tamamlayan, sınırlayan ve boyun eğen iki yalnızlık” şekli olarak gördü. Bu nedenle aşk, iki yalnızlığın buluşması, Alain Badiou’nun ise “İki’nin sahnesi” dediği şeydi. Çünkü insanlar konuşabilir ancak sahici bir iletişim kurmak, anne karnındaki bebeğinkine yakın, yani plasentaya göbek bağıyla bağlı olmaya benzer bir duruma erişmek gibi, her zaman aşağı yukarı başarısız bir girişim olageldi.

Aşılamaz ötekiliğin düşünürü Levinas, başkalarının mutlak başkalığına dikkat edilmesi gerektiğini savunurken, aksi takdirde bireyin, Öteki’ni benimle aynıymış gibi bir ‘Aynı’ya indirgemek riskine düşeceğini söyledi. Konuşmak, der Levinas, tam da bu mutlak ayrılığı dikkate almaktır. O, insanların indirgenemez ve geri döndürülemez bir şekilde ayrı olduklarının bilincinde olarak iletişim kurmaları gerektiğini savunuyordu.

Aşkın zaman ile sınavı, kanımca hep başarısız olageldi. Bu, yalnızca karşılaşmanın alevlenmesiyle ilgilenen ve devam edemeyeceği konusunda umutsuzluğa kapılan romantik aşkın başarısız sınavıydı. Ancak, dünyanın birden değil, ikiden yola çıkılarak deneyimlenmesini önceleyen aşk, sürdürülebilirlik sınavında daha başarılı oluyor.

İnsan her zaman yalnız ve asla yalnız değildir. Bu paradoks, “başkalarının hayaletleri bende ikamet ediyor, benden önce gelenlerin kültürü tarafından şekillendirilip eğitildim, diğerinin bakışının aynasında inşa edildim”, determinizmini de açığa vuruyor. Çünkü kimliğin kendisi “aktarımcı” bir doğaya sahip bulunuyor.

Kısacası, insan, başkalarıyla herhangi bir temastan fiziksel veya coğrafi olarak yalıtılmış olsa bile, diğerleri her zaman oradadır; onların hayaletleri, adasındaki bir Robinson Crusoe gibi, onun içinde kalıcı olarak yaşarlar.

Kim olduğumuzun en iyisine doğru aydınlatan ışık ve giderek kuşatan ve dışlayan karanlık olarak, yaşanan yalnızlığın olumlu ve olumsuz iki yüzü bulunuyor. Peki yalnızlığın karanlık yüzünden kaçınmak için ne yapmak gerekiyor?

Müzik ve felsefe bu araçlardan bazıları olarak boy gösteriyorlar. Felsefe, bilgi yoluyla yalnızlıktan çıkma arzusu ile yalnızlık yoluyla bilgiye girme arzusu arasında bir komploya dayanıyor.

Deleuze’e göre filozof, dünyayı kaplamaya, varoluşu düz, vasat ve ‘pürüzsüz’ yapmaya gelen klişelerden kaçmak ve kendisini tüm varsayımlardan kurtarmak için aptal rolü yapan kişiydi. Bu nedenle, filozofun üstlenmek zorunda olduğu felsefi statüye içkin, bir yalnızlık zaten bulunuyor.

Hiç kimse, ortadan kaybolarak mükemmel olmuyor. Yalnızlığın olumsuz bir dinamiğe dönüşmesi, ondan beklentilerimizle yakından ilişkili bir durumdur: Ya yalnızlıktan bir şey beklemeyiz ve aylaklık dayanılmaz bir hal alır, ya da ondan çok şey bekleyip acımasız hayal kırıklıklarıyla karşılaşıyoruz.

Gönüllü yalnızlığın, özgürlüğün tam olarak kullanılması gibi bazı erdemleri bulunuyor. Üstelik ülkemizde vicdanlı insan, organize cahilliğin “gürültüsüne” çok uzun süredir maruz kalıyor. Yalnızlığın sessizliği, bu açıdan, vicdanlı kişi için sağaltıcı bir işlev yüklenebiliyor. Bu sağaltım sürecinde, tefekkür, felsefe, ama aynı zamanda, sanat ve şiir de yalnızlığın çocukları olarak vicdanlı bireye eşlik ediyorlar.

Yalnızlık, gerçekten de ego sorunuyla yakından ilişkili bir olgudur. İnternet büyük bir mahremiyet kaybını tetiklerken, daima genç, her zaman gülümseyen ve sürekli “İn” olarak görünen, “akışta” sahte bir profil yarattı.

Birey sevilmek istediği için değil, daha ziyade tanınmak ve fark edilmek istediği için kendini yalnız hissediyor. Gerçekten de mutlak tekilliğimizi iddia ediyoruz; ancak paradoks şu ki, bireyselliğin ısrarlı iddiasına, giderek daha güçlü bir tanınma ihtiyacı eşlik ediyor.

Dost veya düşman fark etmez, yaşlılık döneminde tanıdık yüzlerden oluşan bir dünya ile çevrelenmek insanın yalnızlığını bir nebze teskin edebilir. Gençlik dönemlerinde böyle bir sosyallik inşa edemeyenlerin yaşlılığı, muhtemelen yabancı yüzlerle dolu bir tür çorak araziyi andıracaktır.

Gerçi Hannah Arendt, “Dünyaya sırtını çeviren ben değilim ama dünya çözülüyor ve bu oldukça farklı” derken, sahici bir sosyallik inşa etmenin zorluğuna dikkat çekmişti. İnsan, “inter hommes esse” (insanlar arasında olmak) ile karşılıklı olarak “inter hommes esse desinere” (insanlar arasında olmaktan çıkmak) arasındaki ikileme zorlanadursun, Rilke, sahici kişilik için gereken tek şeyin büyük içsel yalnızlık olduğunu, sahici bir benlik inşa etmek isteyen kişinin her gün saatlerce kimseyle görüşmeden bu yalnızlığın içine dalması gerektiğini söyledi:

“İnsanlarla aranızda bir paylaşım yoksa, şeylere yakın olmaya çalışın, onlar pes etmezler, mesela hâlâ geceler, hâlâ ağaçları sallayan ve ülkenin üzerinden geçen rüzgarlar var. Nesnelerin ve hayvanların dünyası, katılabileceğiniz çok şeyle ve olaylarla doludur.”

Ömrünü, çocuklarını felaketlerin gazabından korumakla geçiren “paratoner” anneler, çocuğunu uçurumdan korumak için bedenini kullanan “dağ rehberi” babalar, her gece yankılanan korkunç feryatlar, yıkımı örtmek için enkazın üstüne dökülen enkaz (moloz), bir devlet büyüğünün önünde önünü iliklercesine öne eğik binalar, anılar ve ıssız şehir bu depremin yol açtığı yalnızlık tezahürleri olarak hafızama kazındılar.

Yalnızlık, münzevi için som altından oyulmuş harika bir sığınak hiç olmadı. Diyalog için gerçekten de iki kişi olmak gerekiyor, içsel diyalog bile, bireyin dışarıdaki diğerleriyle diyaloğunun kendi içsel sahnesindeki uzantısıdır.

Kısacası, fildişi kulesine kapatılmış cogito’nun yalnızlığını çağrıştırır gibi görünen “Düşünüyorum öyleyse varım” aslında bir “Düşünüyorum öyleyse varız”a gönderme yapıyor.

Özetle, düşünen ve sorgulayan birey, ruhunun ve aklının dünyanın muammasından etkilenmesine izin verir. “O asla tam olarak bu dünyaya ait değildir ve yine de asla dünyanın dışında değildir.” (Merleau-Ponty).

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl