Ana Sayfa Art-izan Yüksel Arslan’ı Sanat Tarihinden Kurtarmak

Yüksel Arslan’ı Sanat Tarihinden Kurtarmak

Yüksel Arslan’ı Sanat Tarihinden Kurtarmak

Kuşkusuz, Anadolu’nun yarattığı en delişmen zekâlardan biriydi Yüksel Arslan. Batılı onun yaban dilini dünya sanatının nadide bir parçası olarak seçip, tarihini çoktan süsledi. Doğduğu topraklar ise hep ona kendinden yaban ola geldi. Arslan’ın 50 yıllık yaşam uğraşının, ustalığının ve çıraklığının Batı tarafından kriptosunun çözümlenememesi bir noktada normal; kendi ülkesinde idrak edilememesi ise hazindir. Okuyacağınız bu “mütevazı” yazının tüm derdi, Yüksel Arslan’ı kendi dili içinde alımlama, daha doğrusu anlama çabasıdır.(Buna birkaç adım bile yaklaşabilirsem ne mutlu).

Arslan’ın tüm ömrünü adadığı çalışmasının/deneyiminin ne olduğunu anlamak için öncelikle ne olmadığı sorusundan yola çıkmaya çalışacağım. Bu yüzden sanatçı, düşünür, yazar, akademisyen dostlarının onu rasyonalize ettiği bazı temel başlıkların sağlamasını yaparak Arslan’ın kendi karanlık yoluna çıkan gizli geçitlerin anahtarlarına ulaşmaya çalışacağım.

Arslan üzerine yapılan genel yorumların neredeyse hepsi, onu bir bohem, sanat tarihinin aykırı bir evladı olarak tanımlayıp, kategorize eder- ki bu kendini yıllarca çizer/boyar olarak adlandıran biri için oldukça ters bir kader…

Çıldırmış Bilincin Sanatçı Maskeli Portresi

Arslan; bir suçlu, bir sapık ya da cani olabilirdi. Anılarından anlaşılıyor ki deliliğinin erken yaşlarda bilincine varmış. Daha lise öğrencisiyken “ben ressam” olacağım kararını vermiş, hayatının geri kalanının gidişatını kendi seçmiştir. Ama çok kısa sürede ressamlığın onun içindeki kara deliği boşaltmaya, ehlileştirmeye yetmeyeceğini anlamış; “arture” adını verdiği keşfi üzerinden kendi yol çizgisini kalın bir konturla çizmiştir.

Kuşkusuz Arslan yeni yollar bulmaya mecburdur; başkalarının mesut olduğu eski yollar, bilindik geçitler ruhunun ona menzil ettiği karanlık yolunu ehlileştirmekten, disipline etmekten başka bir işe yaramazlardı. Onun temel derdi “en sevdiğim meslektaşlarım”-dediği mağara resimlerini çizen atlarımızın uğraşıdır: kendini ve kendinden çıkarak dünyayı algılayışlarını aktarmak.

O yüzden arture kavramı, resmin/çizimin, yazı/şiirin, düşünce ve deneyimle bir olduğu bir kişisel felsefe taşında bütünleştirir (aynı zamanda ilk yardım çantası). Bu icada sanat demek, Arslan’ın arture ile yaşamak, hayatta kalmak ve hikmeti aramak çabasının çok gerisinde ve Avrupai bir hevestir. Gelin biz ona sanat değil silah diyelim.

Silahtır bu, çünkü Arslan idrak etmiştir ki bok ekmektir, çiş su, kulak am, insan da en vahşi hayvandır. Organları kesmek, dışkıyı yemek, penise şiş sokmak, sikiştiği adamı/kadını/kendini kurban etmeyi düşünmekte, düşlemekte -ve belki de istemektedir. Oysa arture sayesinde aklını işgal eden tüm bu düşünceleri yazı, çiziktirme, boyama, karalama ile kâğıda döker; arınır.

Düşler dedik ama mevzu Arslan ise bu söz yanlış ya da marazlıdır. Onun beyninde sürekli karıncalaşan, üşüşen, patlayan, dağılan ve tekrar kaynayan/kanayan düşünceleri gece gördüğü/görebileceği düşleri çoktan aşmış; sınırı terk etmiştir. Anılarına yazdığı döngüsel iki kâbus, arture defterlerini dolduran düşünceleri karşısında ne kadar naif, saftır: sürekli yataktan yere düşme, yatakta tekrar gözlerini açma ve taşlardan oluşan yıldızların üzerine yağması…

Bilinçli deliliği normal insanın aksine, rüyadan öte, üstün ve hatta bilinçaltından karanlıktır. Analistin “id” dediği şey, Arslan da uyanık bilincin kendisidir. Şimdi bu tespitlerden sonra belki de Arslan’ın mağarasının gerçek karanlığı ve onun duvarına yaptığı çiziktirmeler daha iyi anlaşılabilinir.

Okuduğundan Altüst Olan Adam

Şimdi yukarı da kurduğum ilk yardım düzeneği olarak arture kavramını Arslan’ın yaşamından örnekler ile açımlamaya kalkışacağım. Arslan’ın yaşamı diyorum özellikle, çünkü başkalarının sanatı dediği şeyin kendisi onun yaşamıdır.

Eskiden bilgi bir yaşam ereğiydi, oysa içinde yaşadığımız modern uygarlık ile bilgi uzmanlaştırılmış ve en masum ifade ile bir araştırma sahasına dönüştürülmüştür. Oysa Arslan’ın sürekli okuduğu düşünür/ozanların felsefelerine büyük bir inanç ile bağlanmış ve inandığı her şeyi de yaşayarak deneyimlemiştir. Eleştirmen dostlarının onun Nietzscheci ya da Marksçı dönemleri olarak sınıflandırdığı tarihler; birer sanatsal dönem değil, yaşamsal dönemdirler.

Şöyle ki; Artaud kitapları dünyanın her diline çevrilmiş, milyonlarca insan tarafından okunmuş, piyesleri sahnelenmiştir. Ama bu milyonlarca insan arasında sadece Yüksel Arslan, Artaud’un delirmiş sözünü bir hayat kuramı olarak ele almış ve onu yaşama dökmüştür. Artaud’tan yola çıkıp yıllarca her türlü cinsel eylemden kendini mahrum etmek; işte tam da bu Arslan’ın deneyimi/deliliğidir. Ya da bir öküz başı çizmek ve üzerine “Freud haklı” yazmak. Ya da tam da olgunluk döneminde oturup günlerce mikropların, virüslerin, mental hastalıkların resimlerini yapmak. Kuşkusuz bu uğraşların hiç biri “normal” insan için akıl karı değildir.

Ama kendisine karşı acımasıca dürüsttür Arslan ve yaşadığı delilik dehlizini de ulu orta teşhir etmekten çekinmez. Bu yüzden ilkokul zamanı amcaların onu kız gibi sevdiğini yazar, bu yüzden İstanbul otobüslerinde cinsel tecrübe edindiğini ifşa eder ve bu yüzden deliliği ile yüzleşip; onu arture ile ehliye eder: “1965/66 yıllarında, sevdiğim bazı düşünür ve ozanların yaşantılarının neden akıl hastası olarak tükettiklerini anlamaya ve açıkçası kendi kendimi de açıkça yakından tanımak için psikiyatri yazını ile ilgili çeşitli kitaplar okuyordum.”

Yanlış Tanınma Hikâyesi Olarak Arslan

Şimdi; Arslan’ın karanlık dehlizlerine açılan bu ipuçlarından sonra asıl niyetimize yani onu sanat tarihinden kurtarma hamlemize geçebiliriz. Öncelikle iki efsane; Arslan’ın Gerçeküstücülüğü ve illüstrasyon ile ilgili yaratılan sahte münakaşa…

Arslan’ın daha ilk sergisi itibarı ile Sürrealizm ile ilişkilendiren ve hatta Breton’un ona hayran olmasını ve sergilerine çağırmasına ön ayak olan Mazhar İpşiroğlu’dur. Kuşkusuz Arslan’ın kendine ışık ettiği her isim Gerçeküstücüğün kuzey yıldızı içindedir. Fakat Arslan bırakalım gerçeküstücü olmayı, sanatçı ya da ressam olmakla ilişkisini ilk sergisi ardından arture keşfiyle keser. İpşiroğlu bu toprakların yetiştirdiği en önemli kültür adamlarından/tarihçilerindendir; fakat onun uzgörüsü de Arslan’ın derdini idrak etmeye yetmez. Uzun mektuplar boyunca “düşünce resmi/sözcükler ressamlığı” arasında polemik devam eder.

Aslında İpşiroğlu, kapalı olarak sözü Arslan’ın illüstratör olduğuna getirir ve bırakır. Bu sefer karşı cepheden bu tartışmayı sürdürmek dostu olan yazar/eleştirmenlere; en başta Ferit Edgü’ye kalır. Edgü, Arslan’ın yapıtının illüstrasyon olmadığında haklıdır ama tıpkı o da İpşiroğlu gibi onu bir ressam, sanat tarihinin bir parçası olarak ele alarak; arture’ün asıl oyunun doğasını sollar.

Edgü “çizgiyle örer resmini” derken onu bu günden, “çizgiyle örter resmini” ve ardından çizgiyle onu da karalar diye okumak gerekir. Arslan ressam olmadığı gibi bir illüstratör de olamaz. Çünkü illüstratör başkasına ait bir fikri ya da kitabını ilistire etmektedir. Öncelikle Arslan kendi kitaplarının, fikirlerinin uygulayıcısıdır. En baştan beri hep seri çalışmış, bu seriler hep önce defterleri doldurmuş; kendi yolunda ilerledikçe arture dizilerinin hepsini bir kitap olarak hazırlamıştır. Özellikle 60‘ların sonuyla yazı git gide arture’lerinde yer kaplamaya başlar. Bu kitap/defterlerin hepsini bir hiper-text olarak okumakta mümkündür- neden okunmasın?

Okumak diyorum, çünkü Arslan’ın arture’ü okunmaya, onun içindeki yazılarda görülmeye/bakılarak alımlanmaya izin verir. Burada hiper-text kavramına dönersek, yaptığı her arture seri ömrünün amacı, opus magnum’u olan büyük ve resimli “Yüksel Arslan Yaşam Ansiklopedisinin” ciltleridir.

Şimdi; Arslan’ın Gerçeküstücülük ile kurulan ilişkisine geri dönmek lazım; çünkü onun Doğulu-daha doğrusu Anadolulu kimliğini ancak böyle idrak edebiliriz. Avrupalı Gerçeküstücüler her şeyin rasyonalize edildiği Batı uygarlığına karşı şiirsel sözlerini açık değil, ezoterik bir dille ifade ettiler. Oysa Arslan bir bilim adamının laboratuar ortamı nesnelliğine yakın bir resim dilini yoklar, metafora yaslanmadan sembolün kendisini direkt resmeder. Ezoterik bir dile soyunmaz, sanki Kapital’in kurbanı olan ve her insan gibi aslında onunla da sorunlu olduğu Eyüp’lü bir işçinin de -mesela Ahmet Arslan’ın- onun arture’ünü bir bakışta anlamasını ister. Süsüne kaçmadan, patronun işçiyi sömürmesini resmediyorsa, bir figürün kafasına para diğerinin başına da kafa yerine iş aletini yerleştirir. Kuşkusuz bu dil üstat KaraKalem’in, Kagaöz’ün, Minyatürlerin dilinin sadeliği ve anlatımcılığıdır.

Batılı için köpek sikmek bir fantezidir; porno sektöründe “hayvanlı” diye bir satıh boşuna çıkmadı. 50’li yılların Türkiye’sinde ise köpek s.kmek doğal bir talim, kadın ile yatmak ise fantezidir. Bu noktada Batı’nın kendi gözüyle Arslan imgesini anlaması(anladı sanması), ülkesinde ise hala tam anlaşılmaması da olağan bir semptomdur. Arslan, askerde “kıpkırmızı, büyümüş cinsel organları ile kadınlar gibi gezinen, bir sürü dişi köpekler çiftleşen garibanları” görür ev onları köpeğe arkadan yaklaşan köpek kafalı adamlar olarak, direkt resmeder.

Arslan’ın Gerçeküstücü gelenek ile ilgili tek sergisi, o geleneği Doğu’nun ve Latin’in yani geri bıraktırılmış ve ilkele yakın olanın sezgisiyle yapı-bozuma uğratmış Panik grubu ile olmuştur. Roland Topor’un varlığında bir yol arkadaşı ile karşılaşmış ve 1979 yılında Rennes Kültür Evinde Panik sergisine katılmıştır, Breton’un davetlerini reddeden Arslan (Panik eylemlerinin diğer bir siması da sevgili Komet’tir).

Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine!”

Arslan’ın yaşam sanatının aslında ne olmadığını bu kadar deştikten sonra; şimdi can alıcı yeni bir soru sarabiliriz; sanırım…

Arslan’ı sürekli ressam ya da sanat tarihinin parçası olarak düşünen gelenek ile Cumhuriyet’in yapay aydınlanma projesi arasında bir bağ aramak mümkün müdür?

Arslan tıpkı ondan 40 insan yaşı öte bu satırların sahibi gibi işçi olan anne ve babanın çocuğudur. Arslan tıpkı benim gibi 4 kardeş ile kentin unutulmuş bir mahallesinde doğmuştur-ben İkiçeşmelik’te, o Eyüp’te. Çevresinde onun şiir, resim ya da felsefe ilgisini tetikleyecek hiçbir kimse, hiçbir maddi dayanak yokken, kendi kendine tüm bu işlere soyunmuştur.

Ece Ayhan’ın tabiriyle “sarışınların” cumhuriyeti sanatı hep elit, yüksek kesimlere ait bir uğraş olarak görmüştür. Halk çocuğunun aydınlanma projesi, onun öğretmen ya da memur olma ihtimali üzerine şekillenmiştir. Tamam; cumhuriyet projesi içinde aydınlanmayı halka kadar genişletmek isteyen istisnai insanlar da olmuştur; fakat bu proje başarılamamış; sanat/edebiyat “beyaz” bir beğeninin ilgisine sunulmuştur. Düşünür ya da sanatçı olmak ise halk çocuklarının gelecek defterine hiç yazılmamış bir bilgi olagelmiştir. Sanırım Arslan; “karaşın” Ece Ayhan ve Dersim sürgünü Cemal Süreya’nın şiirde başlattığı “halk çocukları ayaklanmasının” önce ressamlıkta, sonra hayat sanatçılığındaki tezahürüdür.

Hem alaylı hem de halk çocuğu Arslan, çifte kaybeden olarak sanat/düşün yoluna çıkmıştır. Cumhuriyet’in elitlerinin çocuklarına mahsus işlere el atmıştır; o hem düşünürdür, hem sanatçıdır. Edgü açıkça ifşa eder, -sen kıçında don yokken Sade’ı, Nietzche’i, Batataille’ı oku, kendi kendine Fransızca öğren, Paris’e git sanatçı ol- bu büyük bir direnç ve mücadeledir.

Arslan; bu mücadeleyi kazanmıştır; ama ne yazık kendi topraklarında değil; Paris’te. Arslan burada kalsaydı, büyük olasılık gerçeküstücü ressam diye bir kontenjan içinde ehlileştirilmeye ve sonra tüketilmeye çalışılacaktı. Ece Ayhan’ın maruz kaldığı kötülük dayanışmalarının ya da sukut suikastlarının de kurbanı olabilirdi. Deliliğini arture dökemeyecek, ahlaka, politikaya ve inanca dair tüm sınırları yerle bir edemeyecek; hep bir şey eksik kalacaktı.

Ama Arslan başarmıştır ve onun başarısı hala beyaz Türklerin snop sanatçı kavramlarına, dışlamalarına rağmen Anadolu’nun halk çocuklarının sanata soyunma cüretinin, yani kültür devrimin de anahtarıdır.

 Yıkım’dan Çağıldıyan Pınar

“İnsandan tiksintim, her zaman en büyük kaybım oldu” demişti; Arslan…

Yıllarca deliliğini defterlere, kâğıtlara vurdu, insanın en hayvan hallerini, en hasta hallerini, en kirli hallerini, en acımasız hallerini döktü durdu. Ta ki “Etkiler” adlı arture serisine değin. Ondan sonra içindeki çocuğa, -evrene ve insana-şükran ve sevgi dolu çocuğa bıraktı kalemini, defterini. Şimdi sıra onundu, karanlık tarafında insanla savaşmış, mezbahalar kurmuş, cürufa dalmış ve cehennemden çıkıp gelmişti, Arslan’ın ruhundaki insan.

Ancak çılgınca bir aşk kurtarabilirdi aciz insanı ve Arslan’daki çocuğun ruhunda yan yana gelebilirdi iki ezeli, büyük düşman; kadim Doğu ve koca Batı tarihi bozuma uğratılarak yani Rebelais ve Karagöz. Silebilirlerdi; kaç bin yıllık bu mezadın, mezbahanın, yıkımın izlerini koskoca bir kahkahayla..

Yıkım ustası olmuştu Arslan ve o yıkımların cehennem ufkunda biliyordu, ancak bu tinsel, simgesel, imgesel yıkımların ardından kendini bir insanlık ailesinin evladı olarak yeninde kurabilirdi. Artık 40 yıllık büyük savaş bitmiş ve insanı bağışlamaya ermiştir Arslan. Artık onun devam eden sanatı “insanın emeğiyle yarattığı her şeye evrensel bir saygının” nişanesidir.

Ve Arslan kükremeye devam ediyor hala!

Mart 2013/Ağustos 2020

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl