Ana Sayfa Kritik HIPPIELER, ROCK’N’ROLL ve “SAVAŞMA, SEVİŞ!” ETHOSU

HIPPIELER, ROCK’N’ROLL ve “SAVAŞMA, SEVİŞ!” ETHOSU

HIPPIELER, ROCK’N’ROLL ve “SAVAŞMA, SEVİŞ!” ETHOSU

1960’LARDAKİ KARŞI-KÜLTÜRÜN KISA HİKÂYESİ

Hippie denen insan Tarzan gibi giyinen, Jane gibi saçları olan ve Çita gibi kokan kişidir.”

California valisi Ronald Reagan, 1967

Vietnamlılar mı? Onları Taş Devrine geri gönderinceye kadar bombalayın!”

ABD Başkan adayı Barry Goldwater’ın Başkan Yardımcısı adayı Curtis LeMay, 1964

Karşı-kültür söz konusu olduğunda bir aidiyetten söz etmek hatalı olabilir. Karşı-kültür daha ziyade, şu ya da bu ölçüde, kendisine denk gelen pek çok kişinin dikkatini çekmiş ve onları kendine hayran bırakmış bir tasavvurdu. Muhalefetin büyüklüğünden çok derinliğiydi önemli olan. Daha önce protesto hiç felsefi olarak böylesine derine inip tam da gerçekliğin, aklı başındalığın ve insanlığın amacının anlamına dalan konular öne sürmemişti. O muhalefet, gelmiş geçmiş bütün toplumlarca yaratılmış bütün kültürel değerlerin yeniden değerlendirilmesi için, görülmemiş ölçüde tutkulu bir politik gündemin gelişmesine zemin sağladı. Her şey sorgulanmaktaydı: aile, iş, eğitim, başarı, çocuk yetiştirme, kadın-erkek ilişkileri, cinsellik, şehircilik, bilim, teknoloji, ilerleme. Servetin anlamı, sevginin anlamı, hayatın anlamı –hepsi de üzerine kafa yorulması gereken konular hâlini aldı. Ve köklü kurumların tartışmaya katılmak için yeterince hızlı davranamadığı noktalarda, eldeki imkânlarla yeni kurumlar oluşturuluveriyordu: bağımsız üniversiteler, bağımsız klinikler, gıda komploları, yeraltı basını, kolektifler, komünler, kabile aileleri, birbiri ardınca ortaya çıkan zanaatler. Egemen kültürün gururu olan teknoloji bile yeniden düşünülme ve yeniden yapılanma sürecine tâbi tutuldu.”1

Theodore Roszak 1969’da yayınlanan Bir Karşı Kültür Yaratmak adlı olağanüstü zengin dönem analizinde çerçeveyi böyle çiziyor. Bir kültürel Big Bang olan “uzun 60’lar”ın Karşı-Kültür hareketi, öncesinin olmadığı ve sonrasının gelmediği söylense de, İkinci Dünya Savaşından zaferle dönen Müttefik orduları askerlerinin büyük bir kutlama havasına girdiği ve 1945’ten bir-iki yıl önce, bir-iki yıl sonra yaşanan nüfus patlamasıyla doğrudan ilişkilidir. Bugünün ekonomik ve politik baskı altında ezilen genç nesillerinin geleceğini ipotek altına alan tavır ve kararları nedeniyle “Boomer” (‘Boom kuşağından olan’ demek ama bazen ‘patlatıcı’ anlamında da kullanılmakta) denerek aşağılanan 1945 civarında doğmuş olan neslin gençliği olağanüstü bir hareketliliğe sahne olmuştur.

Hikâyeyi biraz geri sararak anlatmakta fayda var. Çoğunlukla Amerikan toplumu ve edebiyatı için kullanılsa da, Batı dünyasında yirminci yüzyılın farklı dönemlerinin genç nesilleri çok farklı koşullarla sınanmıştır. Örneğin Birinci Dünya Savaşını yaşayan gençliğe Kayıp Kuşak (Lost generation), çocukluk ve ergenliğinde Büyük Buhranın ve İkinci Dünya Savaşının sıkıntılarını yaşayan gençliğe ise Sessiz Kuşak (Silent generation) denmiştir. Sessiz Kuşak, Amerikan ideallerinin üzerine inşa edildiği tüm değerlere muhafazakâr-vatansever bir tavırla sıkı sıkıya tutunmuştur. Beat Generation ise yıkık, yenik gibi anlamlarıyla bir başka olumsuz çağrışıma sahiptir.

Beat Kuşağı, Karşı-Kültüre giden yolda eşik kabul edilir. Bu doğrudur, ancak tek eşik değildir. Zira 1800 civarının Almanya’sındaki Jena Romantiklerinin toplumsal kuralları tanımayan yaşamı, 1830’ların Paris’inde “kadınsı saçlarıyla” Théophile Gautier’nin başını çektiği kısa ömürlü Karşı-Kültür hareketi, 1880’lerin Londra’sındaki belli belirsiz underground arayışlar ve yüzyıl sonunda Paris’in, Viyana’nın bohem dünyası tarihsel birikimi bize açıkça gösterir. Beat ise “uzun 60’lar” fenomenini hazırlayan son eşik olarak yorumlanabilir. Özellikle Jack Kerouac’ın bohem gençlik anlatısı Yolda (1957), William S. Burroughs’un tuhaf-queer-halisünatif Çıplak Şölen’i (1959) –önceki neslin aksine– Beat kuşağının protest ve amoral tavrını açıkça ortaya koyan iki edebi referanstır. Bunlara, daha genç okurlara hitap etmiş olan J. D. Salinger’ın Çavdar Tarlasındaki Çocuklar’ı (1951) da pekâlâ eklenebilir. Evden, aileden, rutinlerle ve kurallarla dolu toplumdan kaçmak ve özgürlüğe doğru yol almak fikri, birtakım anarşizan tınılar eşliğinde, 1950’lerin Beyaz Amerikalıları arasında bir “asi gençlik” yaratmıştır. Saydığımız edebi örneklerin yanında bazen kafası karışık, kopuk, bazen cool, karşı konulamaz görünen Hollywood ikonları da sahneye çıkmıştır. James Dean (Asi Gençlik), Marlon Brando (Rıhtımlar Üzerinde), hatta Güneyin derinliklerinden gelen yoksul Beyaz (küçümseyici bir dille white trash denen sosyal tipteki) şarkıcı Elvis Presley bu tiplemenin en baştançıkarıcı örnekleridir. Elvis’in yoksulluğuna vurgu yapmamın sebebi, Beat neslinin neredeyse bütünüyle Kuzey eyaletlerinin orta sınıfından çıkmış ve boş zamanı olup para harcayabilen bir profile sahip olmasıdır. Güneyli Siyahi ezgilerin sesi ve sureti olan –rock’n’roll’un gerçek kralı– Little Richard’dan Miles Davis’e dek gezinip gençlik davranışları üzerinde devrimci etkileri olan başka sanatçılardan da söz edebiliriz. Bu bize jazz’ın yanı sıra rock’n’roll’un gündelik yaşam ve eğlence kültürü üzerindeki dönüştürücü gücünü hatırlamak konusunda da yardımcı olacaktır. Ayrıca 1950’lerin ortalarında tomurcuklanan şey sadece yeraltı edebiyatı, müziğin kışkırtıcı etkisi ya da topluma karşı isyankâr tavırlar takınan gençlik hareketleri değildir. İngiliz modaevlerinin Londra’nın kasvetli havasını şen bir iklime döndürme –“Swinging London”– söylemiyle ortaya koyduğu canlı, parlak renklerdeki avant-garde tasarımların, klasik takım elbiseye ve şapkaya karşı mavi kot pantolonun, renkli-desenli tişörtün, deri ceketin, renkli camlı güneş gözlüklerinin etkisi sanılandan büyük olmuştur. Keza, erkeklerde standart saç-sakal kesimine karşı uzun ve salaş saçların, kadınlarda mini eteklerle beraber kadınsı sayılmayan kısa saç modasının yaygınlaşması gibi kimi genel ahlak ve toplumsal cinsiyet tartışmalarını tetikleyen gelişmeleri de gençliğin bir önceki nesilden kopuşu ile birlikte takip edebiliriz. Bu ‘aykırı’ yeni tarza zamanla “hip/hipster/hippie” denecektir. Üstüne bir de 1945’ten 1960’lara dek Britanya İmparatorluğu çökerken ortaya çıkan “İngiliz işgali”nin devrimci etkisini de dâhil ettiğimizde tablo biraz daha netleşecektir… Ama önce biraz daha tarihsel-toplumsal bağlamdan söz edelim.

Beyaz orta sınıfın Karşı-Kültürdeki asli rolünden başlayabiliriz. Anne-babalarının çektiği kıtlık ve savaş sıkıntılarının aksine, 1945 civarında doğan neslin müthiş bir üretim ve bolluk çağına denk gelmesi onlara burada söz ettiğimiz rehavet imkânını vermiştir. 1945 sonrasında hem Avrupa’da hem de Amerika’da üniversite(li)leşme hızla yaygınlaşmış, kız-erkek ortak eğitim-öğrenim artmış, kampus ve civarında genişleyen öğrenci mahalleleri aile evlerine nazaran çok daha büyük bir özgürlük ortamı sağlamıştır. Çalışan genç profesyoneller için de, sendikal mücadelenin kazanımları ve yeni teknolojiler sayesinde azalan mesai saatleri, önceki yıllara göre daha fazla boş zaman yaratmıştır. Görünen o ki, gençlik dergileri, kadın dergileri, drive-in sinemalar (hatta ilk kez ortaya çıkan drive-in kiliseler) ile Amerikan karar alıcıları ve kamuoyu oluşturucuları genç kuşağın ideolojiye değil de tüketime yönelmesini istiyordu. Bunun için eğitim-öğrenim kurumlarında komünizmi (veya evrim teorisi gibi aykırı fikirleri) savunanlara yer yoktu.

Almanya’dan Japonya’ya dek savaşta bombaladığı birçok yerin yeniden inşası için büyük borçlar veren, altyapı şirketlerini oralara gönderen, kendi ulusal karayolu bütünlüğünü sağlamak adına boydan boya ülkeye geniş yollar yapan Amerikan federal hükümeti, savaştan kazanılan tazminatın da getirisiyle birlikte, gelecek çeyrek yüzyılın tam istihdamla ve refah içinde geçeceğini görmüştü. Bu yüzden hâkim kültür olan Protestanlığı, Soğuk Savaşın atmosferinden de yararlanarak kapitalizmin hızla büyüyen üretim-tüketim döngüsünün hizmetine sundu ve Protestanlığa aykırı bir yaklaşımla “tasarruf değil, tüketim” anlayışını yaygınlaştırmaya yöneldi. Güvenceli bir dönemin bahar havasıyla sunulan düşük faizli konut kredileri, ucuz ve yeni otomobiller, açılan alışveriş merkezleri, “şimdi harca-sonra öde” diyen kredi kartları gibi birçok yenilik ibretlik bir detayla taçlandırıldı. Amerikan dolarının üzerine “In God We Trust” ifadesi eklenerek, din ve kapitalizm, kapitalizmin lehine evlendirildi. Ancak, artan eğitim ve refah beraberinde (bireyselden kolektife) eleştirel düşüncenin, hareket kabiliyetinin ve politik bilincin artışını da getirmekteydi.

***

Peter Braunstein ve Michael William Doyle’un hatırlattığı üzere, ABD Başkanı Lyndon Johnson 1964’teki bir konuşmasında “Geçmişte kıtlığı ortadan kaldırmak için savaştık. Gelecekteyse bolluğun akıllıca kullanımını öğrenmemiz gerekecek” demişti. 1960’ların Karşı-Kültürünün ağabeylerinden biri kabul edilen Beat kuşağı yazarı Alan Watts, “vergileri tersine çevirecekleri ve makinelerin onların adına yaptığı iş için insanlara ÖDEME yapacakları devasa koca bir boş zaman toplumu” tahayyülünde bulunurken, Yippieler “Bırakın makineler yapsın” sloganı altında, (“tam istihdam”ın zıttı olarak) “tam işsizlik” kavramını gündeme getiriyordu. 1960’ların ortalarından sonlarına doğru Hippielerin çoğu, kapitalizmi yıkmaktansa aşmanın daha kolay olacağı kanaatindeydi. Zaman onlardan yanaydı, çünkü yaklaşan boş zaman toplumu muhtemelen kapitalizmle bağlantılı kısıtlamaların çoğunu birer birer ortadan kaldıracaktı.2 Bununla birlikte, Kevin Kelly’nin haklı olarak ifade ettiği gibi, bir devrime ya da başarısız devrim teşebbüsüne dönüşemeyecek kadar zayıf kalsa da, Karşı-Kültür, [Weberci anlamıyla] “Protestan (çalışma) ahlakının ve kapitalizmin ruhunun yavaşça altının oyulduğu uzun sürecin” çok önemli bir adımıydı.3 Unutulmamalı ki, Max Weber 1904’te ABD’de birkaç ay kalıp bu dinamik ülkedeki ekonomik ve toplumsal işleyişi tüm keskinliğiyle gözledikten sonra Almanya’ya dönüp Kasım 1904-Haziran 1905 arasında Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu’nu makaleler halinde yazıp yayınlamıştı! Yani Amerika, o gurur duyduğu değerlerine olduğu gibi, Max Weber’e de ihanet ediyordu!

Hem İngiliz hem de Amerikan kültürünün muhafazakâr Protestan yapısı ve Öteki karşısındaki (Siyahlara, komünistlere, Japonlara, Almanlara, Kızılderililere vs.) acımasız tavrı düşünüldüğünde, Karşı-Kültürün Beyaz ırktan temsilcilerine Müesses Nizamın aktörlerinin –hiç değilse de– pek şiddet kullanmadığı görülebilir. Eisenhower’ın yönetimindeki 1950’ler Amerika’sında Beyaz orta sınıf, bir aile evine, otomobile, buzdolabına ve en önemlisi radyonun yanı sıra televizyona sahip olmuştu. Beatniks hakkında yadırgayıcı da olsa anne-babaların bir fikri vardı. Ancak eğitimin ve refahın var ettiği bu yeni nesil –McCarthycilikten Mançuryalı Aday (1962) filminin travmatik etkisine dek– her yerde komünist arama paranoyasının cadı avına dönüşmesine, Siyahlara ve Kızılderililere dönük kurumsallaşmış çifte standartlara, Soğuk Savaşın ve nükleer rekabetin psikopatolojisine, her yanı saran militarizme, görmezden gelinen kadın haklarına, kitle kültürüne ve tüketim çılgınlığına karşı ailelerine çok şeyler anlatsa da, olumlu karşılık görebilen neredeyse yok gibiydi. Büyük Buhrandan Nazizmi alt etmeye uzanan çağın (1929-45) gençleri olan orta sınıfa mensup orta yaş grubu, “Kızıl olmaktansa ölmek iyidir” (Better dead than red), “Doğrusuyla yanlışıyla benim ülkem” (Our country right or wrong!) ya da “Ya sev, ya terk et!” (Love it or leave it) gibi, özgürce konuşmayı tıkayan, mağlup edilemez sloganlarla karşılık veriyordu ve bu ezberlere karşı 1960’larda “Savaşma, seviş!” (Make love, not War!) ve “Açıl, uyuş, terk et” (Turn on, Tune in, Drop out) diyen geniş çaplı bir gençlik depremi (Youthquake) yaşanacaktı…

Hepsi bu da değil. Bu hazırlık döneminde ayrıca renkli sayfaları olan ve popüler kültürle beraber modaya yer veren gazete, dergi tirajları hızla artmıştı. Londra, Paris, New York gibi merkezlerin butik mağazalarının vitrinleri gibi, gazete-dergi satış noktalarının vitrinleri de çeşitlenmişti. Müzikte olağanüstü bir dönüşüm çağı başlıyordu. 1950’lerin sonunda 78-rpm kayıtların yerini 45’likler almıştı. Radyo ve televizyonun yanı sıra plak-çalarlardan açık hava konserlerine, müziğin farklı çevrelerden insanlara ulaştırılmasında baş döndürücü bir ulaşım-dolaşım artışı yaşanıyordu. Amerikan jazz ve rock’n’roll’unun yanı sıra az önce andığım “İngiliz işgali” işte böyle koşullarda zembereğinden boşaldı ve bir müzik salgınına dönüşerek önce ABD’yi, sonrasında da tüm dünyayı ele geçirdi. 1960 civarında kurulan The Beatles, The Animals, Rolling Stones, The Zombies gibi rock grupları 1964’ten itibaren müzik aracılığıyla küresel bir gençlik heyecanı yarattı. Bunlara daha sonra Queen, Led Zeppelin ve Pink Floyd’a dek başka gruplar da katıldı.

Enstrümanlardaki, şarkıların dile geliş enerjisindeki ve sanatçıların imajındaki değişimle birlikte, şarkı sözleri de bariz şekilde farklılaştı. Bu neslin Amerikalı yıldızlarından Bob Dylan başta gelmek üzere, Leonard Cohen’den The Doors’a dek pek çok şarkıcı ve grup yeni bir Romantik devrimi işaret edercesine John Keats, William Blake, Lord Byron gibi on dokuzuncu yüzyılın ilk çeyreğindeki İngiliz Romantik şairlerden yararlanmakla kalmayıp, kendi şairliklerini de ortaya koymayı başardı. Şiirsel bir ütopyanın dile geldiği zirve noktaları ise, uzun 60’ların ruhunu yansıtması bakımından, Martin Luther King Jr.’ın 1963’te, köleliğin kaldırılmasının yüzüncü yıldönümünde Lincoln anıtının önünde yaptığı “Bir Rüyam Var” (I Have a Dream) konuşmasıyla John Lennon’ın 1971’de yayınlanan “Düşünsene” (Imagine) şarkısı olacaktır.4

Aile, devlet, kilise gibi toplumsal yapıları eleştiren ve özgürlük arayışlarında Beyaz Anglo-Amerikan modelinin dışındaki ülkelerin gençleri kadar cesurca hareket edemeyen bu nüfus, uzun yol seyahatlerinden okulu/işi bırakabilme lüksüne dek zihinsel, büyülü mantardan marijuanaya kadar ekstazik, yeni modadan cinsel özgürlük deneyimlerine dek bedensel seçimler yapma zenginliğine sahip olmuştur. 1960’ların başlarında her yerde kolayca bulunabilen LSD,5 kokain ve doğum kontrol haplarından yeni çıkan asi gençlik dergilerine, omuzda veya elde taşınabilir radyoların yaygınlaşmasından Leo Fender’ın ürettiği Stratocaster gitarın Jimi Hendrix gibi sonraki yılların yıldızlarını sahnede büyüleyici kılmasına kadar bir dolu gelişmeyi de hesaba katarsak, 1960’ların 50’lerden itibaren hazırlandığını söyleyebiliriz. Bebop’ın doğuşu bu geçiş sürecinde önceki onyılların jazz’ını tümüyle başka bir yöne çevirmiş; blues, elektrogitarla başka bir güce kavuşmuş; rock’n’roll ise Little Richard’ın ten rengi nedeniyle ulusal televizyona çıkarılmak istenmediği yıllardan çok daha kozmopolit bir profile ulaşmıştır. Bu vesileyle belirtelim: 1950’lerde genç yaşta ölen Jackson Pollock, Billie Holliday, James Dean gibi sanatçılar, 1960’ların Jim Morrison, Jimi Hendrix, Janis Joplin gibi “doom”, kendisiyle meselesi olan, dünyada olmaktan sanki acı çeken, kopuk, kafası dumanlı (ve tamamı 28 yaşını göremeden ölen) genç sanat ikonlarının öncüsü olmuştur. Hiç şüphesiz, bu isimler marjinal kimlikleriyle kendi efsanelerini yarattıkları gibi, Elvis Presley ve Mick Jagger örneklerinde görüldüğü üzere, tüketim kültürünün baskın olduğu kurulu düzenle uyumlulaşan, ehlileşen ve böylelikle kendi efsanesini zedeleyen yollara da sapabiliyordu ve bu Karşı-Kültüre ihanet şeklinde de yorumlanabiliyordu. Fakat bir süre sonra Fidel Castro ve (1967’de Amerikan devletinin desteklediği bir operasyon sonucunda öldürülen) Che Guevara bile Amerikan hızlı-tüketim endüstrisinin kâr elde edebildiği birer anti-kahramana dönüştürüldüğü için, Karşı-Kültür hareketi içinden çıkan çeşitli ihanet suçlamaları uçucu, bazı komplo teorileri ise dedikodu düzeyinde kaldı. Zaten bir bütün halinde bakıldığında da Karşı-Kültürün muhalifliği politik alanda canavarlaş(a)madan kontrol altına alındı.

***

1960’lar aynı zamanda Anglo-Amerikan dünyada reklamcılığın ve görsel iletişimin altınçağı olarak kabul edildiği için, imajlar ve gerçekler arasındaki sınırlar hep bir parça belirsiz kalmaya mahkûm olmuştur. Ancak sinema bize bu konuda biraz daha içeriden ve çeşitlenen bir ses verir. Karşı-Kültürün, hâkim (Protestan ve Beyaz) Amerikan kültürünün ezberlerini bozduğu kesitte sinemada hem düşmanca hem dostça –hatta imrenme, öykünme düzeyinde– yaklaşımlar görmek mümkündür. Bu konuda Marlon Brando’nun başrolde olduğu The Wild One (1953) ve James Dean’in başrolde olduğu Rebel Without a Cause’tan (1955) Henry Fonda’nın başrolde olduğu Easy Rider’a (1969), hatta sonraları çekilen The Network’e (1975) dek çeşitli yapımlara ve temsillerdeki farklılaşmalara bakılabilir. Özellikle Easy Rider’ın etkisi devrimci düzeyde olmuştur. 60’ların sonlarında BSA motosikletlerle, Harley botlar ve deri ceketleriyle rüzgâra karşı yollara koyulup “Doğanın öz çocuğu gibi, vahşi olmak için doğmuşuz” [Born to be Wild] duygusuyla eyaletleri aşan yeni nesil trailblazerlar, tıpkı 1804-1806’daki yol kâşifi Lewis ve Clark ekibi gibi, Pasifik sahillerine ulaşmıştır. Vahşi/yabani (wild) ve yaban (wilderness), Karşı-Kültürün gençlerinin elinde Rousseaucu “soylu vahşi” mitini yeniden canlandırmakla felsefi bir derinlik kazanmıştır. Bir başka deyişle; tümüyle insan ürünü ve tümüyle yapay olan şehir yaşamından gelen bir gençlik, sanayi toplumunun kalbinin attığı yerde, Amerikan şehirlerinde, ilkel halkların yaşamını yüceltiyordu! Bu geriye dönük ilerlemenin tüketim çılgınlığına tepkili çevreci/ekolojik bir bilinçle desteklendiği de aşikârdı.6 Bununla beraber yabana/doğaya karışmak, yabancısı olunan yerlere gitmek, özgürleştirici bir etkiye sahipti7 ve yolda olmak, işyerinde rutin mesai başında olmaktan çok daha anlamlıydı. Beyaz orta sınıfın gençlerinin zihniyetindeki bu dönüşüm bize Guguk Kuşu’nun (1962) yazarı Ken Kesey’nin, zamanın ruhuna uygun bir grup gençle Further adlı “büyülü” otobüsü bir seyyar komüne çevirip Amerika’yı (geleneksel rotanın aksine Batıdan Doğuya) gezmesinin de; 100 binden fazla genç radikalin hiçbir organizasyona gerek duymaksızın şehirlerinden çıkıp geldiği “Summer of Love”a evsahipliği yapan Ashbury (1967), Monterrey (California, 1967) ve nihayet 500 bin kişinin toplandığı Woodstock Festivalinin de (1969) arka planını göstermektedir.8 Bunlara, Harper Lee’nin ırkçılık-karşıtı Bülbülü Öldürmek (1960) romanını okumuş ya da eserin Hollywood filmini (1962) izlemiş, Siyahların maruz kaldığı sistematik ayrımcılığa karşı mücadelesine sempati beslemiş binlerce Beyaz muhalif gencin 1964’te Mississippi’deki protestolara katılmak için küt burunlu okul otobüslerine, rengarenk Wolkswagen minibüslere, üstüaçık Mustang’lere doluştuğu “Summer of Freedom”ı da katabiliriz. Protest gençlik ‘kozmik bir bütünlük’ hissiyle dolmak üzere yollara düşüyor, hayatı yarını olmayan sonsuz bir şenliğe dönüştürmek üzere müzik ve sanat festivallerine katılıyor, komünlerde ütopik bir deneyim yaşıyordu. Beyaz rock ve soul vokalistlerin “Zenci gırtlağı”nı taklit ettiği, burjuva çocuklarının yoksulluğu ve sadeliği gönüllü olarak tecrübe ettiği, Beyaz-olmayan ırktan biriyle arkadaş ya da partner olmayı bilhassa progresif gördüğü, on dokuzuncu yüzyıl Romantiklerinin yaptığı gibi, Batının modernitesinden kaçarken Asya kültür ve inançlarında yeni bir yaşamın imkânını bulmayı umduğu, bizatihi Amerikalıların anti-Amerikanizmi başlattığı ve Amerikan devletinden kısmen Üçüncü Dünyacı, kısmen anarşist alternatif söylemlerle tiksindiği (ama Amerikalı kalmaktan pek de vazgeçemediği)9 bu ilginç dönem pekâlâ bir saykodelik-narkotik devrim olarak da okunabilir.

Karşı-Kültür gençlerin klasik Sola değil de örgütsüz, teorisiz bir çizgiye yönelmesine de vesile oldu. Yeni Sol, belli bakımlardan kültürel bir sosyalizmi temsil ediyordu.10 Öncüleri tüketim çılgınlığına, yozlaşmış toplumsal kültüre ve (GM, GE, JP Morgan, RAND Corporation, CIA, AT&T, Chevron vb’yle örgütlenmiş) Amerikan savaş makinesine karşıydı; iş hayatında yabancılaşmaya, sosyal hayatta standartlaştırılmaya karşıydı; özgünlük arayışındaydı, kendini var etmenin/gerçekleştirmenin peşindeydi; barışçıydı, çevreciydi. Fakat devrimci bir bilincin açığa çıkmasına rağmen politik bir devrimin peşinde koşamayacak kadar da kafası dumanlıydı. C. Wright Mills, Simone de Beauvoir, Eric Fromm gibi referanslarla birlikte Rachel Carson’ın Sessiz Bahar’ı (1962), Betty Friedan’ın Kadınlığın Gizemi (1963), Herbert Marcuse’nin Tek Boyutlu İnsan’ı (1964) okunsa da, bu teorisiz bir hareketti. Yeni Solun biraz daha kıdemli olan liderleri de bütüncül olmaktan ziyade fragmanlarla, paradokslarla ve süreksizliklerle dolu olan Karşı-Kültürden umudu çabuk kesecek gibi oldu; zira alanda gördükleri şey, müzik, cinsellik, uyuşturucu ve daha çok cinsellikti… Yoga, karate-vâri dans figürleri, bel halkası hula hoop, frizbi, başlarına çiçeklerden taç yapıp takmış kişisel aydınlanmacılar, vicdani redciler, renkli hırkalı çelimsiz kültür eleştirmenleri ve new age spiritualistleriyle bu hareketin pratikleri, örneğin Siyah hareketi temsil eden Martin Luther King Jr.’ın, Malcolm X’in, Muhammed Ali Clay’in gündeminden çok farklıydı. Aynı şekilde, California Üniversitesinde 1964’te başlayan ve 1967-68’de zirve noktasına ulaşan Yeni Sol öğrenci protestolarıyla yine California’daki (Ashbury’deki) Çiçek Çocukları birbirinden ayırt etmeyi gerektiren kritik bir eşik vardı.11 Yine de Vietnam Savaşı karşıtlığı ve Sivil Haklar mücadelesine dönük bir paydaşlık muhakkak söz konusuydu. Hatta Hippielerin politikayı ‘drag’ olarak görmesine rağmen, Digger ve Yippie gruplarının içindeki insanların çoğunluğu bu mücadeleleri takdirle izliyor, yer yer onlara özenip dikkat çekici küçük eylemler yapıyordu. Yeni Sol içinde de Demokratik Toplum Öğrencileri (SDS) ve daha radikal gruplar arasında ayrışma olduğunda Çiçek Çocuklarla temas kuran ve onların sempatisini kazanmaya çalışanlar bulunuyordu.12 Bu hareketler içinde de bastırılan ve haklarını hatırlatmaya çalışan Kadın Hakları hareketi (İkinci Dalga Feminizm bu sırada ortaya çıkacaktır) ve Eşcinsel Hakları hareketi de benzer kesişme ve ayrışma hikâyelerine sahipti. En nihayetinde ise Devlet hepsini bastırıyordu – öyle ki, Siyahların hak arayışlarında görmezden gelinen şey, Beyazların da başına geldi ve gerçek aydınlanma o zaman yaşandı.

1967 Washington, 1968 Columbia Üniversitesi ve Demokrat Parti’nin televizyonlarda canlı yayınlanan Chicago kongresi sırasındaki protestolarının sonrasında, 1969’da Berkeley’de, 1970’de Kent State’te üniversiteli Beyaz protestocuların ölümüyle sonuçlanan polis şiddeti tüm kamuoyunun gözlerini açtı. Bu, ister istemez on beş yıldır devam eden (1954-68) Siyahların toplumsal hareketindeki polis şiddetinin, provokasyonun, engellemelerin, Ku Klux Klan’ın yanı sıra semtlerindeki Beyaz komşuların gerçekleştirdiği komplo, tecavüz ve linçlere dek bir sürü şeye yeni bir bilinçle bakılmasına sebep oldu. Malcolm X (1965) ve Luther King’in (1968) öldürülmelerini mahcup bir sükût ile karşılayan Beyaz kamuoyunun devlet algısında, Amerikan Başkanı John F. Kennedy’nin (1963) suikasta kurban gidişinin ardından, seçimi kazanması çok muhtemel bir Başkan adayıyken Robert F. Kennedy’nin de (1968) öldürülmesi –tüm bu gelişmeler– nihai bir aşamayı temsil ediyordu.13 Sokakların Siyah protestocularla, Beyaz protestocularla, Vietnam Savaşı karşıtlarıyla dolu olduğu, üstelik Prag, Pekin, Mexico City gibi yerlerle birlikte Paris’teki öğrenci protestolarının küresel boykotlara yol açıp devrimci ivme yaratmasının eşiğinden döndüğü 1968 seçimlerini Richard Nixon’ın kazanmasıyla beraber, birçoklarına göre, Amerikan devleti de kazanmış oldu. Nitekim Nixon’ın güvenlik odaklı politikaları “kanun ve nizam” (law and order) adını taşıyordu – “Kaybolan devlet otoritesini yeniden tesis etmek içün…”

Bununla beraber, 1960’ların sonunda Charles Manson ve kurduğu tarikat da başka bir aydınlanmaya vesile oldu. San Francisco’daki Haight-Ashbury’de “Summer of Love” adını alan 1967 Yazında Beatles’ın “All you need is love” şarkısına eşlik eden Çiçek Çocukların içinde örgütlenen “Manson Ailesi” adlı, LSD gibi halüsinojenik hap ve ilaçlarla radikal bir din ve yaşam ritüeli geliştiren yüz üyeli oluşum bir dizi vahşi cinayet işleyerek California sahil şeridinin o ünlü rehavetini altüst etti. Manson’ın ezoterik öğretileriyle radikalleşen, hippie kültürü ve komün hayatı içinde bir arada yaşayan orta sınıfa mensup genç Beyaz kadınlardan oluşan grup, dönemin Hollywood’ının yükselen aktrislerinden Sharon Tate-Polanski’yi (yönetmen Roman Polanski’nin o sırada sekiz buçuk aylık hamile eşi) katlettiği gibi, başka pek çok cinayet daha işledi ve kamuoyunu yıllarca dehşete sürükledi.14 Kısacası Karşı-Kültürün böylesine karanlık bir yüzü de vardı…

Öte yandan, Karşı-Kültürün içine sızan müesses kimya ve ilaç şirketleri, hareketi uyuşturup ılımlılaştırırken bağımlılık sorununu yeni medya ve reklamcılık teknikleriyle geniş çevrelere ulaştırmıştır. Elbette aynı medyadan yararlanmayı öğrenen Karşı-Kültürel oluşumlar da sıradışı eylemlerle kendilerini kamuoyuna duyurmayı ve mücadelesini verdikleri konuda toplumsal farkındalık sağlamayı başardı. Korsan radyolar, televizyonda görünme imkânının artışı ve geniş kitleleri etkileyebilen muhalif sanatçılar, sporcular bu konuda önemli bir işlev gördü. Daha somut konuşmak gerekirse, Amerikan Siyah hakları hareketinin kimi protesto eylemlerinin, Vietnam’dan gelen kimi çatışmaların videoları insanların oturma odalarına ulaşmaya başlarken, 1968 Olimpiyat Oyunlarının Black Power’ın kara yumruğu gibi sembolleri akıllara kazıması veya 1970-71’de ortaya çıkan Greenpeace üyelerinin kendini petrol tankerlerine zincirlemesi gibi çıkışları tümüyle bu stratejinin ürünüdür.

Theodore Roszak’ın belirttiği gibi, bütün toplumsal ve politik referanslarının yanı sıra 1960’ları şekillendiren en önemli şeylerden biri müzikte yaşanan devrimdi.15 Duyguların en radikal şekillerde dışa vurulduğu bu kesitte akademik felsefe, posterlerden, duvar yazılarından ve graffitilerden bile çok sonra ve çekingen geliyordu. Ekşi suratlı ihtiyar Theodor Adorno, 68’de Frankfurt Üniversitesinde korkağın biri olarak alay konusu olurken,16 Sigmund Freud ve Erich Fromm, koltuk altında taşınan bir partner arayış işaretine dönüşmüştü. Bununla beraber 60’larda İngiliz Marksizminden yeni bir tarih ve toplum yorumu doğmaktaydı. Cezayir Savaşına karşı duran kimi Fransız edebiyatçılar ve akademisyenler bir tür karşı-kültürel tavır geliştiriyor; modernitenin faili olan Beyaz adamın meta-anlatılarını aşındıracak, kırıp yapısını sökecek (hatta moderniteyi geride bırakma iddiasında bulunacak) bir karşı-söylem yaratıyordu. Soyut ekspresyonizm, Andy Warhol tipi pop-art, yeni sembolist şiir, fotoğraf, çizgi roman, bağımsız sinema; hepsi alternatif ve underground versiyonlarıyla ana-akımın “kibar” sanat dünyasından rol çalmayı başarıyordu; fakat asıl rock’n’roll bir daha geri dönmeyecek şekilde sanatı değiştirdi ve Batı dünyasındaki gençliğe, fikrinin önemsenmediği bu dünyada oyalanabileceği ve kendini ifade edebileceği bir imkân verdi.

***

Sonuçta Karşı-Kültür, başarısız bir devrim teşebbüsü olarak görülmese de, kültür tarihine düşülen küçük bir dipnottan çok daha fazlasıydı. Yaşanan şey, Nietzsche’nin tüm değerlerin yeniden değerlendirilmesi yönündeki ifadesinin en zapt edilemez biçimde uygulanmasıydı. –Kendisine silah doğrultan askerin tüfeğinin ucuna başındaki çiçeklerden birini alıp sokan bir Çiçek Çocuğa ne yapılabilirdi ki? Karşı-Kültür aynı zamanda “yepyeni bir kültürel üslubun, bir değerler dizisinin, varsayımların ve yaşam biçimlerinin bir indeksiydi”17 ya da içindekiler tablosuydu ve filizlendiği dönem (1960’lar) gerçek anlamda bir dönüm noktasıydı.

Karşı-Kültür, sonrasında yeni bir ethos yarattıysa da, bir toplumsal hareket olarak ortaya çıkmadı. Hatta genel kanının aksine, “bu tavır bir nevi tutumlar, eğilimler, duruşlar, yaşam tarzları, idealler, vizyonlar, hedonist zevkler, ahlakçılıklar, olumsuzlamalar ve olumlamalar koleksiyonuydu”18 ve doğası gereği tutarsız kalmaya mahkûmdu. Tüm bu roller, kendilerini önce ne olmadıklarıyla tanımlayan ve ancak bu temel kimlik zeminini temizledikten sonra, ne olduklarını yeniden anlamaya çalışan insanlar tarafından oynandı.19 Bununla beraber, Karşı-Kültürün içinden pek çok kültürel, politik, sanatsal ve toplumsal hareket çıktı.

Ne ilginçtir ki, Karşı-Kültür, bildiğimiz anlamda akademik sosyologları korkutup kaçırtan bir havaya sahipti. “Karşı-kültür” gibi kavramlar alışılageldik sosyolojik kategorilere uymuyordu. Daniel Foss ve Ralph Larkin, Karşı-Kültürü, “muhalif doğası” ve “birbirini karşılıklı olarak güçlendiren üç gelişme çizgisi” açısından tanımlanan bir deneyim olarak ele almıştır. Öncelikle, yalnızca mevcut çatışma hatları üzerinden değil, kendi mücadelesini yürütebilmek için Karşı-Kültür “yeni toplumsal yapılar, teknikler ve kurumlar” icat ettiği için yoğun bir toplumsal çatışma yaratmıştır. Örneğin underground yayıncılık, rock festivalleri, komün ve kolektifler gibi alternatif yaşam biçimleri ve alternatif kültürel kurumlar olarak Sanat Laboratuvarları hakikaten benzersizdir. İkinci olarak, bir toplumsal hareket, toplumsal hareketin “içindeki” kitlelerin kendisini egemen toplum tarafından kendilerine dayatılmış toplumsal gerçeklikten kurtardığı bir “toplumsal gerçekliğin büyüyen bir yeniden yorumu”nu geliştirir. Geleceğin alternatif toplum modelleri, bu yeniden-yorumlamadan sonra tasarlanmaya başlar. Karşı-Kültür, karşısındaki nizamı felç eden bir barışçıllık içindeydi ve ne istediğini öyle uysal, öyle sinik bir dille ifade ediyordu ki, Eleştirel Teorinin öncüleri bile onu şerh etmekte yetersiz kalıyordu. Üçüncü ve son gelişim çizgisi olarak da, “Hareketin katılımcıları kendilerini önceden felç eden toplumsal tahakkümden kurtulup iyileştikleri ile kurtarıp iyileştirdikleriyle, kitle terapisinde nereye kadar ulaşabilir?” sorusuna karşılık vermeliydi. Karşı-Kültür bu konuda kendini keşfetmek ve bilincini genişletmek için uyuşturucu ilaçlar kullanmak; grup kimliğini ve bireyselliğini eşzamanlı olarak pekiştirmek için rock müzik dinlemek ve festivaller düzenlemek; komünal yaşama katılmak veya bu yöndeki uygulamalara saygı göstermek gibi bir dizi “terapi” sunmaktaydı.20 Yani tüm ölümcüllüğüne ve yıkıcılığına rağmen, “Zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan bütün dünya gençleri, birleşiniz!” diyen devrimci bir moment olarak dumanlı 60’lar, sanılandan daha radikal bir karaktere, daha derinlikli bir eleştirelliğe sahipti. Yine de bunu gösterebildiği çevreler –tümüyle değilse de, çok büyük ölçüde– müesses nizamın şekillendirdiği şehirli, kapitalizme sadık orta sınıfa mensup ailelerden gelen, devlet formasyonuyla eğitimli ve devrimci bir şiddet ânında “Beni kan tutar” diyecek kadar pasifist, steril tipler olarak kaldı.

Uzun 60’ların, genel hatlarıyla, gençler için 2008’deki Obama’dan önce umut ve değişimin temsilcisi olan John F. Kennedy ve sivil haklar mücadelesiyle başlayıp Watergate skandalı, petrol krizi ve Amerika’nın Vietnam’dan çekilmesiyle son bulduğu söylenir. Kennedy’den Nixon’a giden yolda, çoğu tarihçi, sosyal zekâları zaman zaman anarşiye dönüşen hippieler hakkında yorum yapmak ve yazarların, müzisyenlerin ve diğer sanatçıların dönemin bilinci üzerindeki etkisini kabul ettiklerini göstermek üzere bu alanlara nadiren de olsa birkaç cümlelik bir yer ayırır. Oysa 60’ların gençlik kültürüne öylesine bir bakış atmak zamanın ruhunu anlamak adına hiçbir açıdan yeterli değildir. Dönemin egemen düzenine karşı-söylem geliştiren çıkış, bizzat politikayı şekillendirmiştir.21 Seks, uyuşturucu ve rock’n’roll üçlüsü, 1960’ların Batı dünyasında yemek masalarından Amerikan Kongresi ve Fransız parlamentosuna dek her yerde tartışıldı. Uzun saçlar, mini etekler, Beatles çılgınlığı, Afro modası ve tüm diğer sembolleriyle 60’lar, konformist 50’lerinki gibi geçici heveslerin ifadesi değildi. 60’ların Karşı-Kültürel ethosu, otorite sahibi birçok kişiyi (aile babalarından devlet yöneticilerine), gençlik üzerindeki sistematik baskıyı haklı çıkaracak kadar rahatsız edici bir meydan okuma olarak görüldü.22

İngilizlerin deyimiyle “hareketli, sallanan 60’lar” (Swinging Sixties), “Kükreyen 20’ler” (Roaring Twenties) gibi kendine has bir ruha sahipti ve refah toplumunun gerçekten zirve noktasıydı. 1920’ler eğer gerçekten jazz çağı ise 1960’lar da tam anlamıyla bir rock’n’roll çağıydı; iktidarların sokaklarda sarsıldığı, gençlerin çimenlerde yuvarlandığı…

1 Theodore Roszak, Bir Karşı Kültür Yaratmak, çev. Billur Karayalçın, İstanbul: Sub Yayım, 2017, s. 25-26 [Kitabın Türkçesinin adı kapakta Bir Karşı Kültür Ansiklopedisi şeklindedir]. Tutarlılık adına küçük imla müdahalelerinde bulundum. H.A.

2 Peter Braunstein, Michael William Doyle, “Introduction”, Imagine Nation: The American Counterculture of the 1960s and ‘70s (içinde), der. Peter Braunstein, Michael William Doyle, New York, Londra: Routledge, 2002, s.11-12.

3 Kevin D. Kelly, Youth, Humanism and Technology, New York, 1972, s. 161 ve 165’ten aktaran Elizabeth Nelson, British Counter-Culture 1966-73, Londra: Palgrave Macmillan, 1989, s. 5.

4 “Imagine” şarkısının sözleri şöyle:

Cennetin olmadığını düşünsene

Denersen göreceksin ki kolay

Altımızda Cehennem yok

Üstümüzde yalnızca gökyüzü

Düşünsene tüm insanların

Yalnızca bugün için yaşadığını

Ülkelerin olmadığını düşünsene

Zor şey değil aslında

Ne uğruna öldürecek ne de ölecek bir şeyin

Ne de dinlerin bulunduğunu

Düşünsene tüm insanların

Huzur içinde yaşıyor olduğunu

Bana hayalperest diyebilirsin

Fakat bil ki yalnız değilim

Umarım bir gün sen de bize katılırsın

Ve dünya tek yürek olur

Mülkiyetin olmadığını bir düşün

Sahiden yapabilir misin

Açgözlülüğe de, açlığa da gerek yok

İnsanların kardeşçe olduğunu

Düşünsene tüm insanların

Bütün dünyayı paylaştığını

5 Harvard Üniversitesinde klinik psikoloji profesörü olan Timothy Leary’nin bir bilinç devrimi yarattığı için kullanımını yaygınlaştırmayı savunduğu LSD, kullananlara saykodelik bir gevşeme ve yeni bir görü (vision) veriyordu. Buna “algının kapılarının açılması” deniyordu. Bu ifade William Blake’in bir şiirine gönderme yapıyordu ve ünlü saykodelik rock grubu The Doors (aslen The Doors of Perception) ismini buradan alıyordu.

6 Roszak, Bir Karşı Kültür Yaratmak, s. 26.

7 Batılı modern yaşamdan özgürlüğe kaçış söylemi için, bkz. Hasan Aksakal, “Moderniteden Kaçış: 19. Yüzyılın İlk Yarısında Romantizm ve Oryantalizm”, Romantizm: Felsefe, Sanat, Siyaset (içinde), İstanbul: Pinhan Yayıncılık, 2021, s. 403-411.

8 Bu müstesna kesite dair Britanya ve ABD’yi karşılaştırmalı olarak anlatan bir belgesel için, bkz. “1967: The Counterculture Year That Changed The World | Summer Of Love”, https://www.youtube.com/watch?v=sXoOh3lJHSA (çevrimiçi), 23 Nisan 2022.

9 Karşı-Kültürün sinemaya nüfuz ettiği dönemde, Amerikan öz-eleştirelliği A Face in the Crowd’dan (1957) In the Heat of the Night (1967) ve Midnight Cowboy’a (1969) kadar hâkim yaşam kültürünün, Amerikan Rüyasının illüzyonlarını ortaya koyarak topluma ayna tutmaktaydı. Amerika sanki koca bir Las Vegas gibiydi; vaat ettiği ışıltılı, eğlence dolu dünyanın çölün ortasında ve yalnızca belli kesimlere ait oluşu, söz konusu rüyayı Amerikan Serabına dönüştürüyordu. Buna ırk, dünya görüşü, cinsiyet gibi alanlardaki eşitsizliklerin yarattığı içinden çıkılmaz sorunlar dâhil edilince, yaşanan şey bir Amerikan Kâbusuna da dönüşebiliyordu.

10 Yeni Sol “uzun 60’ların” Batı dünyasında politik haklar, medeni haklar, çevrecilik, kadın hakları, eşcinsel hakları, kürtaj hakkı ve toplumsal cinsiyet gibi çok çeşitli sosyal meseleler için kampanya yürüten aktivistlerden oluşan geniş tabanlı bir hareketti. Pek çok ortodoks Marksist, Yeni Solu, diyalektik materyalizme ve sınıf mücadelesine odaklanan alışılageldik Marksist ve sendikal hareketlere karşı bir tepki, hatta ihanet olarak görmüştür.

11 Fredric Jameson, “Periodizing the 60s”, Social Text, No. 9-10, Bahar-Yaz 1984, s. 180-181; tartışmanın tamamı için, s. 179-208.

12 Christopher Gair, The American Counterculture, Edinburgh: Edinburgh University Press, 2007, s.8.

13 Bu yıllar Siyahilerin, Kızılderililerin, Hispaniklerin, Doğu Asya kökenlilerin sivil hakları için mücadele verdiği, hippie gettolarının ütopyalarıyla yoksul gettolarının distopyalarının iç içe olduğu huzursuz bir dönemdir. Uluslararası arenada, bağımsızlığına yeni kavuşmuş ülkeler Üçüncü Dünyacı söylemi ve oralardaki sömürgeciliğin lanetli mirasını ortaya koyarken, Soğuk Savaşın Batı bloku içindeki üslerinden New York’ta, Paris’te, Londra’da, Berlin’de 68 kuşağının politik ve toplumsal bir aktör olarak ortaya çıkışı bu kültürel tepkilerle eşgüdümlü yaşandı. Hiç şüphesiz, 1966’da başlayan Çin öğrenci hareketleri, 1968’de Sovyet tanklarının ezdiği Prag Baharı ve elbette daha az bilgi edinilebilen Laos, Kamboçya ve Vietnam gibi yerlerdeki komünist rejimlerin 60’lı yıllarının ne denli farklı olduğunu tahmin etmek güç değildir.

14 Farklı bir şekilde, narkotik mesajlarla dolu Jefferson Airplane grubunun “White Rabbit” adlı sansasyonel şarkısı da Ashbury’deki hikâyenin öbür yüzünü göstermiş ve çokça tartışılmıştır.

15 Roszak, Bir Karşı-Kültür Yaratmak, s. 36.

16 1969 Baharındaki dersleri sırasında Adorno, kadın öğrencilerin busenaktion, yani meme bombardımanı (kadının göğüslerini açıp birinin yüzüne sürmesi) eylemine maruz kaldığı gibi, tahtaya da “Adorno rahat ettikçe kapitalizm kaybetmeyecek!” yazılıyordu.

17 Bernice Martin, A Sociology of Contemporary Social Change, Oxford, 1981, s. 15-16’dan aktaran Nelson, The British Counter-Culture, s. 6.

18 Braunstein, Doyle, agm, s.10.

19 A.y.

20 D. A. Foss ve R. W. Larkin, “From ‘The Gates of Eden’ to ‘Day of the Locust’: an Analysis of the Dissident Youth Movement of the 1960s and its Heirs of the Early 1970s – the Post-movement Groups”, Theory and Society, Cilt. 3, No. 1, 1976, s. 45-47. Ayrıca bkz. Nelson, Counter-Culture, s. 7-8.

21 Mark Lytle, “Making Sense of the Sixties”, Irish Journal of American Studies, Cilt. 10 (2001), s. 2.

22 Age, s. 2-3.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl