Ana Sayfa Kritik İzolasyon Çağında Çocukluk (Kıyamet ve Kurtuluşa Dair Düşünceler)

İzolasyon Çağında Çocukluk (Kıyamet ve Kurtuluşa Dair Düşünceler)

İzolasyon Çağında Çocukluk (Kıyamet ve Kurtuluşa Dair Düşünceler)

Cihatçıların esir aldıkları kız çocuklarını köle pazarında satmasının normalleşti bir dünya yaşıyoruz. Olağan her ayda Akdeniz’e bin mülteci ölüsü gömülmesinin haber değeri taşımadığı bir çağdayız.

Kuşkusuz bu “gerçeklik teröründen” Birleşmiş Milletler ya da devletler kadar istismarcı medya ve körlük ile tatmin olan toplumda suçludur.

İletişimin küresel, eşzamanlı işleyebildiği teknolojik bir çağ da sınıfsal uçurum bir çeşit sınıfsal izolasyona doğru evriliyor. Sınıfsal izolasyon ise koyu bir kültürel izolasyonu tetikliyor.

İnsanın öz varlığı git gide derin bir anlamsızlık denizine batıyor. Nihilizm hiçbir dönem bu günkü kadar yaygın ve iştahlı olmamıştı. Yaşlı Avrupa insanı heyecandan mahrum yaşamını renklendirmesi hevesiyle cihatçı terör gruplarına katılıyor.

Gezegendeki insan nüfusu çılgınca artarken, neredeyse buna paralel şekilde silah şirketleri çılgınca bir hırsla yeni yıkım silahları üretmeye devam ediyor. Sanki gezegenin varoşunda çıkarılacak yeni savaşlar bizi felaketten uzak tutabilirmiş gibi bir enerjiyle. Google şirketi insansız hava aracı ve savaş robotları teknolojilerine yüklenirken, Coca Cola ise Afrika da bakir kalan su havzalarını kapatmakla meşgul.

İklim bilimcilerin yayınladıkları raporlarla git gide yaklaşan bir Mad Max evreni hakkında bizleri uyarmak için ümitsizce bir çaba sarf ediyorlar. Ama insanlar kendini çılgınca bir tüketime, hazza, yalancı cennetlere ve nesneleşmeye kaptırmış durumda. Yaklaşan ekolojik felakete dair artan uyarıları yapanlara birer deli ya da kehanet habercisi muamelesi yapılırken, küresel parti devam ediyor, hiç bölünmeden- hız kesmeden.

Bir yanda 21. yüzyıl ürkek bir tevazuuyla kendini armağan ekonomileri, paylaşım temelli kolektif girişimler, bilgi kooperatifleri, hack kültürü, karşıt kültür cephesi, ifşa gazeteciliği ve geçici otonom bölgeler üzerinden var etmeye ve kendi gen havuzunu/insanını yaratmaya dair bir umudu cılızda olsa besletiyor. Ama diğer yanda gezegendeki insan topluluklarında ilkel yıkıcılık ve barbarlık patolojileri örtündükleri aynıteknolojiyle beraber büyüyor.

Gezegendeki her insanın gözleri ve zihni istisnasız küçük ekranlara kilitli durumda; yaşamıyoruz parmağımızla sayfaları çevirip duruyoruz.

Diyetle, sporla ve doğal yaşam özlemiyle yaşama tutunma çabasındayız.

Zengin ya da fakir hepimiz borçluyuz.

Yoğun anti-depresan kullanıyoruz, ruhlarımız çok aç ve küresel olarak mutsuzuz.

Bize mucize değil kurtuluş gerek.

Ama nasıl?

*

Bizim teoriye değil saflığa ve temiz kalplere ihtiyacımız var. Ancak temiz kalplerin sevgisi yıkıma koşan bir dünyada umut yaratabilir. Ancak bir çocuğun saflığına, oyunculuğuna ve deneyimine açlığına sahip bir bilinç bizleri koruyabilir.

Çocukluk korunmalı ya da kurtarılmalıdır-başkası tarafından değil kendi kendine.. Al sana bir paradoks: Esirgenme ve bağışlanma..

Uygarlık kendi kendini yemiş, artık kendi sonunu getirecek safrayı kusmuştur; gezegenin üstüne. Çocuklara kafa kestiren cihatçılarıngölgesi, insan aklının 3000 yıllık yolunun sonudur. Çocuk saflığına akıtılan kap kara zehir, yaratılmış medeniyete sıkılmış son bir kurşun.

Her şeyin bir birine düğüm olduğu her kötülüğün bir iyiyi öldürdüğü, söndürülen her yangının bir çiçeği büyüttüğü, gecenin sus bilgisine karşın dalgaların, kasırgaların gürültüsü…

Evet, Sürrealistlerin haklılığı “neredeyse” 100 yıl sonra kanıtlandı ve aklandı. Uygarlık feshedilmeli, yeni bir insan hakları beyannamesi yazılmalı; bunun içinde insanın ne olduğu, gezegen ve sonsuzluk önündeki varlığı yeniden tanımlanmalı.

Artık; erkin, baba tanrının, gücün, intikamın, tahakkümünün, paranın, silahın ve fosil yakıtın dünyası kendi kendini yok ediyor.

Şimdi tüm uygarlığın asıl düğümü: Esirgemek ve bağışlamak.

Bu; sadece çocukların, annelerin, şairlerin, çılgın âşıkların ve meczupların idrak edebildiği bir bilgi ya da biliş haliydi eskiden.

Peki ya 21. Yüzyıl da?

Delilikten bahsetmek artık tehlikeli şey..Hele hele onu özendirmek çok riskli; uygarlığının yarattığı korkunç ve kitlesel cinnet salgın gibi sürekli yayılırken.

Şair; bu post-apokaliptik çağlarda metruk kalmış bir figür. Dizelerin kifayetsiz kaldığı anlarda inancını ya da olanca inançsızlığını artık duvarlara vuruyor. Ve yahut kendi derin sularına dalıyor- gidiyor.

Meczup ise kendi içine doğru delirmiş kişidir, kendi içindeki bir boşluktan “karamaddeye” bakabilmeyi öğrenmiş kişi. Sükûneti, boşta gezmeyi, doğayı ve çocuğu sevmiş kişi. Karşılıksız ve delice âşıksa meczup; o “amor fou”nun bedene bürünmüş halidir. Meczup Zen’dir; o sonsuz bir döngüde içinde kendine doğru dönüp duruyor.

Belki de geriye bir “annelik” kalıyor sabırla ve karşılıksız seven; esirgemeyi ve bağışlamayı ruhunda yoğurup gelen ve bunu dışarıya, dünyaya değin yayabilen.

Peki; anneliği “kadın oluş”tan ayırmak mümkün mü? Peki; büyüyünce canavarlaşan bu çocukları da anneler büyütmedi mi?

Oğlunun baştan çıkarttığı, yattığı kalktığı kadınlar ile (daha doğrusu pipi performansıyla)övünen anneler?Oğlunun mahallede dövdüğü, ağzını burnunu kırdığı çocuklar ile gururlanan anneler?

Oğlunun askerliği, oğlunun nişanı düğünü sünneti harmandalısı terfii rütbesi torunu torbası- silsilesi ile övünen anneler?

Peki, çarpık uygarlığın “erkek gibi” yoğurduğu tüm anneleri ve hırs ve iktidar ve güç ile gözleri kamaşmış kadınları hangi ütopya aklayacak?

Sosyalist ideal bile kadının mücadelesini bir yerde insanlık ailesi içindeki yerine bağlar. Bu ne derece sorgulanmıştır? Kadını esir eden şeyin kendisi bu gün “insanlık” dediğimiz erk merkezli ataerkil sistemse; kadını insanlık ailesinden ve hatta insanı insanlık ailesinden kurtarmak gerek.

Önce herkes özne olmalı, önce herkes kendi olmalı..

5000 yıllık insan toplumunun bu güne değin“standart” hale gelmiş tüm işleyişi yıkılmadan-uygarlık denilen sahtekârlık, aile denilen bela, erkeğe güç ile bahşeden erk, savaşı doğallaştıran akıl, toplumsal cinsiyet denilen kodlama, toplum denilen akıl hastanesi – tüm bunlar alaşağı edilmeden insanın kefareti ödenmeyecek.

Bedensel farklılıkların toplum örgütlenmesinde nötr konuma gelmesi idealdir. Ama bu farklılıklar hep kadının aleyhine bir sistemi teşvik ediyorsa, dişil kurucu ilke temelli anaerkil toplum denenmek zorundadır.

Sonucu her ne olursa; olsun..

Dünya Gezegeni (2016/20)

(Eylül/Ekim 2015-İstanbul)

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl