Ana Sayfa Litera SON MEKTUP (ÖYKÜ)

SON MEKTUP (ÖYKÜ)

SON MEKTUP (ÖYKÜ)

Bir fotoğrafın kalmış bende. Geç bir hazan zamanı olmalı. Yanına, yörene bakıyorum. Her şey, siyahla beyazın bir felaketten artakalan çığlığı. Hiç düşünmüş müydün, niçin en güzel şarkılar, bir fısıltının tekinsizliğini sezdirenlerdi?

Sağında, kurumuş bir incir ağacı var. Ağacın dallarından biri omzuna değiyor. Bir ölünün yırtık kefeninden dışarı sarkan kuru, soğuk elini nasıl da andırmış o dal! Üzerinde çalışılmış bir mizansen mi bu? Sanki o el, omuzlarının eğitilmiş çalımını sağarken, omuz verdiğin cenaze, son sözlerini haykırıyor. “Ey yanlış dünya! İşte gidiyorum. Barbarlığına doğduğum o ilk günkü kadar çıplak ve borçlu… Her şeyim senindir artık.”

Dudaklarının gevşek aralanmışlığında hınzır bir gülümseme yer etmiş. Ardında, duraksız biriken ve biriktikçe de sana doğru akan bir uzaklık kaynıyor. Çok tuhaf! Bir yandan eylediğin anı yutarken, diğer yandan bir dağın kederli gölgesini sürükleyip götürüyor ayaklarının dibinden. Sadece, o gölgeyi değil, fotoğrafın kurak hazanına karıştıkça, beni de senden koparıp, ıssız, çıplak bir şimdiye savuran bir uzak! Bir dağın asi görkemini senden eksilten, eksik ve yaralı bir şimdiye bakıyorsun. Ve sanki baktığın o şimdinin, nelere gebe olduğunu biliyor gibisin. Bana gelince, ben o fotoğrafın çekildiği anla, ona bakarkenki şimdi arası bir yerden sızıyorum dudaklarında donan aldırışsızlığın zamanına.

Geri planda, ırayıp giden kurak bir arazinin el sürülmemiş yabanıllığı… Soluna doğru, hafif bir eğimle devrilen kuraklığın içinden dar, patika bir yol uzayıp gidiyor. Bana inanmalısın! Yolun iki yanındaki kavruk otların her birini tek tek tanıyor gibiyim. İşte bu tuhaf aşinalık, beni çocukluğumun coşkulu, yolculuklarımdan birine götürüyor.

Sana, bundan daha önce hiç bahsetmedim. Yollarımızı kesiştiren o taşra gecesinin yıllar öncesiydi. Henüz on beş yaşındaydım. Yaz tatilimi geçirmek üzere, yatılı okuldan doğduğum köye dönüyordum. Trenin penceresinden, bozkırın yabanıl yalnızlığını seyre dalmıştım. Tren yolunun iki yanında uzayıp giden kavruk otlak, öğlen güneşinin altında durgun, sarı bir deniz gibi titriyordu. Taşların yüzeyinde kuruyan zamanın, börtü böcekle yüklü aydınlığına usulca sızıverdim öylece. İşte o büyülü esrime anı, daha önce hiç tanık olmadığım bir yitmişlik duygusu olarak yer etti içimde. İnsan elinin hiç değmediğinden iyice emin olduğum o ıslık gibi derinliğin içinde kaybolmak için önüne geçilmez bir istek duydum. Trenin penceresinden yarı belime kadar sarkarak, elimi boşluğun serin sevincine daldırdım. Parmaklarımın arasından geçen manzaranın dağınık, kırçıl saçlarını taramaya başladım. Doğa denen o ihtiyar aslanın yelesinden yayılan yorgun öfkeyi, yudum yudum içerken ben, bakmanın yer değiştiren gücü, dönen bir pervane gibi üstüme geliyordu. Bakmak yakınlaştırır asi gelinim. Akıl ile yücelik arasındaki kör husumetten kurtulan, gözün bakışı… İşte ben o gün, o gözle dokundum bozkırın saçlarına. Tren hattı boyunca toprağa kök salmış her çiçeği, yabani otu ve taşların pürtüklü yüzeyinde kuruyan haziranın coşkun ve barışık ıssızlığını öyle biriktirdim içimde. Yıllar sonra, o taşra garında sana rastlayınca da tutup hepsini sana tamamladım. Sakınımlı bilgeliğine ve anaç sevincine. On beş yaşındaki o çocuğun acemi çılgınlığını, senin ürkek zamanına çıkardım. Onu bozkırın bakir yalnızlığında kucaklayan tabiat annenin dağınık saçlarını, senin güzel ensende ördüm.

Şimdi yıllar sonra bu fotoğrafa bakarken, zihnimi allak bullak eden şey, kurak bir gölgenin serinliğini yiyip bitiren o muzip gülüşün değil, biliyor musun? Onun ardındaki cehennemî sonbaharı sona tamamlayan yanlış sondur. Sen hazırladığın o sonun başladığı yerden iki zamana birden bakıyorsun. Birincisi, o taşra gecesinin yoksul anısında, sana tamamladığım bütün başlangıçlarımın zamanı. Bir kızın heyecandan terleyen elini tutmak, ilk öpücük, kavga ve yemin… Hepsi ama hepsi, yüzünde donan hikâyenin şimdisinde, bana kalanlar. İkincisi, hırsız ganimetin selametine seni hazırlayan zaman. Dudaklarında kararan ganimetin incir tadı, benimle paylaştığın her umudu, o sonun başlangıcında sildi, yoldaş sevgili.

Son, başlangıç, tekrar son! Yaşanmış bütün sonların sonrasındayız eski yoldaş. Ve belki de kaybedenlerin geçmişi, yenilen başlangıçlarla, yeniden başlayan sonların toplamıdır, ne dersin? Onun içindir ki senden bana kalan tek yadigâr olan bu fotoğrafa baktıkça, içimden bir çığlık yükseliyor. Zamanın yeri değişmez; ne eylediğimiz zamanın, ne de bizi gömen zamanın…”

Peki, biz hangi zamanın çocuklarıydık; hangi umudun savaşçıları? Sanırım, can yakan bu sorunun cevabını, eylediğimiz başlangıçlarla yenildiğimiz sonların zamanında aramalıyız. Yeşerttiğimiz umutlar, saflığımız, sevinçlerimiz, sevdamız, çaresizlik, toprağa düşenler, dağılan saflar, ihanet, yenilgi… Hepsi ama hepsi, acı çeken ortak belleğimizin hasarlı evinde üşüyor. İşte sen bana, o ıssız evden sesleniyorsun. Teslim olduğun sonun başlangıcından…“Şimdi yüzlerimiz, bir lunaparkın kusurlu aynalarıdır artık.” Bu tespitin uzun süre zihnimi meşgul etti. O yüzden olsa gerek, sen gittikten sonra haftalar, aylar boyu, yüzüme sıvanan o kusurlu aynadan kurtulmak için didinip durdum. Senin yüzündeki eski beni, bana gösterecek bir yeni yüz aradım. Sonunda buldum da. Yüzünün kusurlu aynasında kırılan yüzümü, bana geri verecekti o yüz. Sende unuttuğum kavgamı, hıncımı, hayallerimi… Ne büyük aldanış! Bilmem gerekirdi! Her yüz kendi zamanını yaşar, her hikâye kendi sonunu hazırlardı.

Şimdi, aradan yıllar geçtikten sonra, yüzünün kırık aynasına bakıp sormak isterdim. Sence yüzlerimiz eskiyince mi hayallerimiz silinir, yoksa hayallerimiz zamana yenilince mi yüzümüzün aynası kırılır? Doğrusu, yaşadığım onca yenilgiden sonra, yüzüme kazınan o kusurlu aynanın ne kadar kırıldığının ayırdına varamıyorum artık. Oradaki zamanın, yazdığım sona ne kadar benzediğine karar veremiyorum. Öte yandan, bir şeyden emin gibiyim. Sen, benim hem sevgilim, hem de oyun arkadaşımdın. Aynı deneyin başarısı, aynı uzak masalın selameti için çarpışıyorduk. Ve kabul ediyorum! Önce sen yazardın, ben yüzünün duru aynasında temize çeker, oynardım. Sonra yer değiştirirdik. Ben yazardım, sen oynardın.

Şimdilerde, yüzünün o duru aynasının, paranın kirli rengiyle ne kadar karardığını bilmiyorum. Ve zaten bilmek de istemem. Neden mi? Bana göre yitip giden bir sevdanın kaybedeni iki defa zar atmıştır. İlkinde, masallardan ve destanlardan süzülüp gelmiş olan o büyülü alevi tutuşturmak için; ikincisindeyse, içindeki uçuruma dolan bir kör ateşi söndürmek için… İşte ben seni, o birinci zarın zamanıyla hatırlamak istiyorum. Bir yolculukta başlayıp, son bir kavuşmada biten sevincimizi…

İkimiz de yenilginin başkentine gidecek olan aynı posta trenini bekliyorduk. Gecenin ilerlemiş saatleriydi. Balyalarına yaslanmış uyuklayanlar, peronda bir uçtan öbür uca volta atanlar, arada bekleyişin ve sıkıntının sağır duvarına çarpan bebek ağlamaları, ter, tütün, uykusuzluk ve yorgunluğun ağır sisi içinde dağılan insan yüzleri. Peronun tel tel dökülen sarı çizgili aydınlığında, yaşlı bir karı koca, çıkınlarını açıp yemek yemeye başladılar. Ekmek, domates, taze soğan… Deminden beri, peronun tepe lambalarından dökülen o çiğ ışığın sınırını geçip, ötelerde gecenin yırtık ağzında, yaralı bir hayvan gibi çırpınan karanlığın içine bir giriyor, bir çıkıyordun. Sırtımı, gar binasının serin sağırlığına yaslamış sigara içiyordum ben. Melül aydınlıkla, o uzak ve uyuşuk karanlığın sınırlarını birbirine karıştıran ayaklarının altında, derin derin sönüyordu gece.

Bana öyle geliyor ki, bir insan çoğu zaman bütün bir hayatı, bir tek şiire içirmek için yaşar. Ve o şiiri çok nadiren iki kişi paylaşır. Peki, söyler misin bana, o çok sınırlı zamanda yüzünün puslu aynasına yazdığım şiire seni ortak eden şey neydi? Hıncın mı, yoksa sevdan mı?

Derken, gecenin sinirli, yırtık resminde kayan yorgun dansın, karınlarını doyurmakta olan yaşlı karı kocanın yanında son buldu. Muhtaç bir tanrıçanın sevecenliğiyle eğildin, yoksul sofraya doğru. Aynı anda elin, bir parça tandır ekmeğine gitti. Yaşlı kadının yüzündeki esmer kırışıklığı yalayıp geçti biraz önce sana tamamladığım şiirin, bir yemin tadındaki tınısı: Afiyet olsun anacığım. İçim kazındı nedense, ekmeğinizden bir parça alabilir miyim?” Kadının eli, güneşin” sofrasına konan o, bir dua kırılganlığındaki eli sertçe itti. Yüzüne hiddetle bakıp, başını iki yana salladı. Yaralı bir serçe gibi seke seke iki adım önüme kadar sokuldun, öylece durdun. Sana, bu konuyla ilgili olarak, daha önce hiç ahkâm kesmedim; şimdi söylüyorum: Devrimin öznel ve nesnel koşullarını,” yoksulların sofrasında olgunlaştıran teorik çağrılarımızın yanılgısı neydi, biliyor musun? Bir devir sona ermişti. Anadolu’nun misafirperver sofrası, arzu çağının bencil, muhannet iştahına yenilmeye başlamıştı. Kafan karıştı değil mi? O halde başka türlü anlatayım, isyanımın firari bacısı: Arzu Çağı” ihtiyaçların ve yetinmenin değil, daha çok biriktirmenin, en görkemliye sahip olmanın doymaz hırsıyla çıldıran bir dünyanın sesiydi. Orada, bir hastalığın lanetli tohumunu çatlatan, kalleş ve uzun bir yolda, tüm kaybedenlerin menzili, bir kilometrenin iki sınır taşı arasındaki mesafedir. Bir rulet masası gibi dönen dünya, o cehennemde, kaybedenler için sadece iki defa zar atar. Birinci taşın başında atılan zar onların doğumu, ikincisinin başında atılansa ölümü içindir. Bir askerlik kurası gibi, o bir kilometrenin iki taşı arasında olup biten başka her şey, bir kaza olarak yaşanır. Örneğin, açlık bir kazadır; zira Tanrı, istediğine rızık veriyor, istemediğineyse vermiyor. Öyleyse, paranın krallığı da istediğinden çalabilir. Ve yine savaş da bir kazadır ve Tanrı’nın varlığı ile mülkün selameti için gereklidir. Kahramanlık, iyilik yapmak değil ama paranın vatanı için öldürmek veya şehit olmaktır. Kısacası, cinayet de yerine göre kutsal bir kazadır ve bütün kazalar gibi onu da, rulet masasının patronları hem yazar, hem de yönetirler. İşte yoksullar, meydana gelen her kazaya boyun eğerken, rulet masasına uysallıkla borçlanıp, birbirlerinden cinayetle çalarlar, paranın cehenneminde… çalmaya devam ediyorlar.

Yüzünün yarısını görüyordum, diğer yarısı raylara bakıyordu. Gecenin karanlığını, ıslak bir sicim gibi sürükleyen soğuk, demir yüzeylere… Oldum olası tren rayları bende yitik bir uzaklığın tanıdık anısını beslemiştir. İyi kurgulanmış bir zahmetsiz iyilikler diyarına, düşsel yolculuk… O gizemli boşluğa akan iki metal çizgi, merhametsiz bir dünyanın ağır yükünden kurtulmak için uzaklaşıyor gibidirler. Bunaltı ve sıkıntının olmadığı bir masal ülkesine kaçışın eşsiz serkeşliğidir bu! Sence buna bir tür yüce saflık mı demeliyim, yoksa başını alıp gitmelerin intihar tadı mı? Aslında ne önemi var ki! Her iki duygulanım da, o iki sınır taşı arasındaki esaretten kaçış isteğini beslemez mi?!..

Onlar tekrar paylaşmayı öğreninceye kadar sabretmeliyiz” diyorum. Aslında beylik bir tümce; Önermemin eğlendirici bir ilinti tadında olmasına dikkat etmiştim. Çok heyecanlı, bir o kadar da tedirgindim karşılaşacağım tepkiden dolayı. Konuşurken sanki kendi sesimi bir kayıt cihazından dinliyordum. Hiç tepki vermedin; bir tanrıçanın hasarlı yontusu kadar kımıltısız durmayı sürdürdün. Hayal kırıklığı mı, yoksa öfke mi? Arkandaki sesin korkak tınısını, az önce yaşadığın bozgunun kim bilir neresinde anlamlandırmıştın? Bana doğru döndün hafifçe. Şimdi yüzünün tamamını görüyordum. Yukarıdan çiseleyen çiğ aydınlığın iyileştirici gücü müydü yüzünün güzel ayasını saran kederi silip götüren, yoksa gecenin tekinsiz loşluğundan yayılan sesin dost ve sevecen fısıltısı mı? Gözlerine dolan sevimli şaşkınlık, beni cesaretlendirdi. Son kozumu oynadım; son zarımı attım. Son zar! Tesellinin ve umudun son zarını… Aşkın ve devrimin… İkisi için de zaman daralıyordu. Sofraların bereketli cömertliği, paranın barbar ağzına yuvarlanmıştı. Ekmeklere kan kokusu siniyordu. Bir naylon dolaşıklığı gibi terliyordu aşk döşeklerde. Sevgiyi, umudu özveriyi, bir makine sıcaklığı ve çalışkanlığı ile öğütüyordu kızışık gövdeler. Beni anlayacağını bildiğim için şimdi, gönül rahatlığıyla sorabilirim artık. Masum ve huzurlu hikâyelere burun kıvıranların safına seni sürükleyen neydi? Açlığı bir yazgı olarak yaşamakta direten yoksulların düşkün sabrı ve imanı mı? Yani, devrime kadar sabretmeliyiz.” Seni kendi cesaretime ve ütopyama ortak etmenin yaman ayartıcılığıydı bu. O zamanlar bir tarikat selamı kadar revaçtaydı saflarımızda. Yanıma geldin, sana bir sigara verdim. O yamalı karanlığın içinde, kumral bir yelpazeyi andırıyordu kabarık saçların. O yelpazenin ortasında, içimi gören delici bakışlarını ve yarı aralık dudaklarının muzip aldırışsızlığını derin derin içime çektim. Kaşlarından dölen gölgeyle ağzının beyaz suskunluğu arasında, tedbirsiz bir minnettarlık tutuşuyordu. Ben bu yüce kayıtsızlığı, kendini güvende gören bu arsız güzelliği, yıllar önce yine bir taşra istasyonunda görmüştüm.

Trenin penceresinden, gözlerimdeki uçuruma dolan o bozkır ıssızlığını saçlarından sürüklediğim günü ikindisinde… Tren, al elmaların toprağı bir yeşil kasabada durmuştu. İnen ve binen yolcuların birbirine karışan telaşı, denizden kıyıya çarpan ve geri çekilen hırçın dalgaları andırıyordu. Balyalar, bavullar, çantalar ve seyyar satıcıların çığırtkan gürültüsünün oradan oraya yuvarlanan, birbirini örten, ve nihayet ezip geçen tozlu yumağı dağılıp yok olduktan sonra gördüm onu. Ellerini arkasında kavuşturmuş, sırtını gar binasının duvarına dayamıştı. On üç on dört yaşlarında olmalıydı. Gerdanına sarkan buğday sarısı saçlarının bir tutamını ağzına almış, dişlerinin arasında eziyordu. Göz göze geldik bir an. Dakikanın yarısı kadar süren bir konuşmanın türkü tadındaki çığlığı gitti geldi aramızda. Derken trenin düdüğü acı acı ve uzayarak çaldı. Ne tuhaf! Acaba, diyorum, eski trenler, kavuşmaya dahil olmayan ayrılıkları, iyice bir belletmek için mi uzadıkça uzayan bir ıslığın çığlığını kentlerin ve kasabaların keder dolu göklerine serpe serpe çeker giderlerdi? Çoğu zaman, elleri koynunda bir yavuklu, harap bir geçmiş, yoksulluk, bazen de dolan ve boşalan kışlaların cinayet nizamı ve kan davalarının amansız avı kalırdı geride. İnan bana, kara trenle bir kente giren, ya da onu geride bırakan hiç kimse, o uzadıkça uzayan dertli ıslığın yeri göğü inleten çağrısına kayıtsız kalamamıştır. Gezginler ve serüvenciler, köksüzler ve kimsesizler, yoksullar veya tuzu kuru romantikler, hep kaybedenler ve sürgün memurlar, kapkaççı düzenin batan gemisinden pay kapmak için yola revan olan komisyoncular ve kasaba zenginleri, derdine deva bulmak için yollara düşen hastalarla, mevsimlik işçiler… Her biri, oynak bir türküyle ağıt arasında gidip gelen o tiz sesli avazın bir yerinden sızmıştır tozlu gündüzlerin heykel donukluğuna. Her yolcu, gecenin bir vakti, kendi meşrebince başka bir şey devşirmiştir yorgun ışıkların şehvetli ışıltısında. Örneğin herhangi biri, yazlık sinemaların girişini aydınlatan allı morlu ampullerin cümbüşünü ararken, bir diğeri, pekâlâ bir caminin eğik minaresine hayranlık duyan karı koca turistin şaşkınlığına şaşıp kalmıştır. Bana gelince: ben yıllarca o küçük kızın arsız ve arı güzelliğini bir okulun tatil zamanına alıştırdım. Bir deprem yıkıntısından yükselen bacımın imdat çığlığını, -baba, beni de kurtar- o masum yüzün aydınlığında bağırdım. Büyüttüm, okuttum, yetiştirdim onu. Ve nihayet günü geldiğinde, başka bir yüzün asi güzelliğine ödünç verdim. Yine bir posta trenine bindirip hayallerimin başkentine gönderdim. O gitti, ben bir başıma kaldım. İşte o gün bu gündür, hiçbir yere yetişemiyorum.

Doğrusu, bunca yaşanmışlıktan sonra, bir gerçeğin bilincine varmış bulunuyorum. Zihin, onu ele geçiren hikâyenin rengine boyandığında an durur. Karanlığın içindeki bir dolap beygiri gibi, o olağanüstü parıltının etrafında döner durur zaman. Döner ve onu azar azar koparır sahibinden. Belleğin kıvrımlarında dayanaksız bir dua tadında ses veren yeni hikâye, kendi zamanını bekler yeniden harekete geçmek için. Ve Allah, aşkı yeniden yaratır. Savaşa ve yoksulluğa ara verelim diye, bir daha…

 

Sigarandan derin bir nefes çektikten sonra ilk kez konuştun: Demek oluyor ki o güne kadar bizi çirkinlik kurtaracak.” “Ya da zahmetli iyiliğimiz bizi üstün olduğumuza inandıracak” diye mırıldandım. Başını benden yana çevirip uzun uzun süzdün beni.

Bazen yalnızlığın iki çekim öznesi arasında en kısa mesafenin iyileştirici ödevi olur çıkar, ilk karşılaşma anıları. Hasar fazlaysa hayal gemisinin dümenine iki acemi kukla oynatıcısı sırayla geçer. Kimin kimi teselli ettiği önemli olmaktan çıkar ve sahicilik de aranmaz.

Bilmeni isterim! Ne yüce bir saflık, ne de bir çilekeş olmanın sahte huzuruydu sende aradığım. Zaten öylesi, isyanımın masum bacısı, o küçük kıza ihanet etmek olurdu. Mundar bir kadavrayı andıran dünyanın ağzında, altın bir diş kadar benim olan o uzak rüyaya… O küçük tanrıçanın, kalleş zaferlerle kutsal cinayetler arasında pay edilen bir uygarlığa tüküren yüzünü sende gördüm; gördüm ve tutup onu sana tamamladım. O yüzdendir ki, o tehirli yolculuğun muhannet sofrasında yarılan yüzünü eski bir yüzün direngen hayaliyle onardım ve kendimin yaptım. Ta ki sen beni bırakıp gidinceye kadar… İşte o zaman da bendeki yüzünü örtecek yeni bir hikâyenin peşine düştüm. O yitik tanrıçanın yüzünü senin yüzünden kurtaracak daha sahici bir hikâyenin izinde ilerledim.

Yeri gelmişken sana bir soru sorayım: Sence kendisi, koca bir hikâye olan dünya cehenneminin içindeki her hikâye, onu tamamlayacak olan başka bir hikâyenin peşinden mi gidiyor? Şayet öyleyse, bu fazlasıyla beyhude bir çaba değil mi? Öyle ya, ana hikâyenin kendisi, yeterince eksik ve kusurluydu zaten. Suçlu ve fani… Böylesi bir sömürge kanununda, hangi ortak hakikat milyarlarca yaralı hikâyeyi diğer yarılarına kavuşturacaktı ki? Aslında, zavallı aklıma makul görünen bir açıklama varmış gibi geliyor: yani, diyorum, ana gövdeyle, yan anlatılar arasındaki sürekli kaos, dünyayı cehenneme çevirmek için işliyor. Tamamına erip huzur bulabilen yegâne hikâye paranınki. İşte o, hunhar, kirli dengenin sürmesi için, diğer tüm hikâyelerin yenilmesi veya yarım kalması gerekiyor.

_____

ERKAN KARAKİRAZ’IN YORUMU

Mustafa Eroğlu, bir mektup olarak tasarladığı Son Mektup isimli öyküsünde, yetmişlerin sonuyla seksenlerin başındaki o puslu zaman diliminin diliyle konuşuyor. Son Mektup, hem bir hesaplaşmayı hem de itirafların, anıların, karmakarışık duyguların birbirine geçtiği, irili ufaklı öykücüklerin gövdesinde ısıtıldığı bir ayrılığı konu ediniyor. Eroğlu, okuru bir yandan elindeki fotoğrafa bakarak içlenen birinci tekil şahıs anlatıcısının zihninde dolaştırırken diğer yandan da anlatıcının durmadan sen diye seslendiği sevgilisini odağa taşıyor. Bir fotoğrafa uzun uzun bakarak yazılan mektup, hatırlamalarla ilerliyor. Öykü; fotoğraf, kalem, kâğıt gibi nesneler aracılığıyla, anlatıcısının belleğinin sınırlarının zorlandığı, nesnenin hafızasının kahramanın hafızasına bitiştirildiği bir tür bilinç dökümüne dönüşüyor. Flu imgelerden netleştirilmiş imgelere doğru bir akış bu. İçinde, kırkların, yetmişlerin şiirinin tözleriyle ışıldayıp kararan, sonra yeniden alev alev yanan, devrimin, aşkın, umudun ve hayal kırıklığının olduğu imgelere… O yıllara özgü, o eski, içten söyleyişi yeniden deneyimlemek için kaçırılmayacak bir fırsat Eroğlu’nun öyküsü.

Kapak: Nesli Türk

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl